Lost in Translation (2003)

Yazar: Sponge Kid

28.08.2024

Yazan ve Yöneten: Soffia Cappola

Yapımcılar: Soffia Cappola , Ros Katz

Oyuncular: Bill Murray , Scarlett Johanson

**Ekstra bilgiler**

-Soffia cappolanın babası, Francis Ford Cappola ; hepimizin bildiği Godfather(Baba) üçlemesinin yönetmenidir.

-Film çekilirken Bill Murray 52 , Scarlett Johanson 18 yaşındaydı.

-Son sahnedeki öpücük normal senaryoda yoktur, doğaçlama olmuştur.

Lost In Translation(Bir konuşabilse) adıyla bize film hakkında oldukça şey anlatan, izlerken çok farklı hisler içinde bulunduğum ve bakış açısının önemini anladığım bir film.Filmde ana karakterlerimizin belirli bir boşlukta olduğunu, bu boşluğun oluşmasına da halihazırda çevresinde bulunan insanlarla bir türlü aynı paydada buluşamamalarının katkısı olduğunu görüyoruz.Sanki ne derlerse aynı dili konuştukları veyahut konuşmadıkları anlamıyor, onların istedikleri cevapları veremiyor ve en önemlisi düzgün bir iletişim kurulamıyordu.Film aktör olduğunu bildiğimiz Bob Harris’in bir reklam çekimi üzerine geldiği Japonya’da ve bu süre zarfında konakladığı otelde, diğer ana karakterimiz olan ve filmde soyadından hiç bahsedilmeyen Charlotte’un tanışması ve birlikte zaman geçirdikçe birbirlerine aşık olmalarını anlatıyor.

İki karakterimiz de oldukça belirgin bir yalnızlık içinde.Bob’un karısını aradıktan sonra hayatında olan en normal olayları bile anlatmakta ikilem arasında kalması, Charlotte’un ise benzer bir olayı başka bir yakınıyla yaşaması, Bob’un japonlarla yaşadığı telaffuz sorunları ; Japonları bırak kendi dilini konuştuğu insanlarla bile her iki karakterimizin de bir türlü uyuşamaması kendilerini bu yalnızlığa itiyor.Ancak bu ikili tanıştıktan sonra bir süreliğine içlerindeki bu anlaşılamamazlık hissini bir kenara itiyorlar, Bob işi olmamasına rağmen Japonya seyahatini uzatıyor -ki daha öncesinde Japonya’daki işlerini bir an önce halledip dönmek istiyordu.- ; Charlotte ise normalde çok dışarı çıkmadığını bilmemize rağmen Bob’u arkadaşlarıyla dışarı çıkmak için çağırıyor.Böylelikle birlikte zaman geçirip birbirlerine bir süreliğine yarabandı olsalar da maalesef bu çok uzun sürmüyor.Bob evine, karısının ve çocuklarının yanına dönmek zorunda kalıyor…

Gelgelelim bu filmde bakış açısının önemi dediğim kısıma.Bu iki karakterimizin de halihazırda bir partnerleri var.Filmde Charlotte’a göre yaşça oldukça büyük olduğunu gördüğümüz ancak bundan filmde hiç bahsedilmeyen Bob Harris’in 20 yıllık bir evliliği ve bu evlilikten çocukları, Charlotte’un ise 2 yıllık bir evliliği var.Her ne kadar partner olarak yakın zamanda birbirlerine hitap etmemeye başlasalar da bu filmi Bob Harris’in bir gün Charlotte ile vakit geçirdikten sonra (o zamanlar arkadaşçaydı, ancak birbirlerinden hoşlandıkları aşikardı.) arayıp telefonda kendisini sevdiğini söylediği karısının tarafından izlesek belki de bu iki karakterimizin aşkını izlerken hiç mutlu olamazdık.Filmde karısının çocuklarıyla ve ev işleriyle oldukça meşgul olduğunun imajını çizilmişti.Dolayısıyla filmi ,bir de karısı bunca şey ile uğraşırken hala sevdiği halde vakit ayıramadığı kocası bir reklam çekimine gittikten sonra kendisini orada aldattığını öğrenir şeklinde yorumlasak her şey daha farklı olurdu.

Dolayısıyla ben bu filmi bir aşk hikayesi olarak görmektense psikolojik bir hikaye olarak görmeyi yeğlerim.Bu yüzden filmin psikolojik boyutunu karakterlerce incelemeye çalışalım.

Charlotte:

Charlotte üniversiteden daha yeni mezun olmuş ve gençlik döneminde kimimizin aklında oldukça büyük kimimizde ise o kadar yer kaplamayan ama yine de kıyıda köşede mevcut olan: “Ben kimim, ne olmak istiyorum?” ve “Bu hayattaki yerim ne?” sorularını kendine sormaktan alıkoyamaz.Bir fotoğrafçı olan kocası kendinin dediği üzere iş gittikten sonra Charlotte kendini otel odasından uzaklara bakarken bulur.O camdan gördüğü kocaman şehirde kendisi ne kadar da küçüktür, hem kendinin burada; bulunduğu yerde önemi nedir ki? Daha hayatta ne yapmak istediğini bile bilmeyen birinin.

Charlotte bazen kocası ve kocasının çevresiyle uyuşamadığı ve bundan dolayı kocasının “kendini herkesten üstün gördüğünü söylediği” söylemlere maruz kalır.İşte burada anlar aslında, o kendini üstün görmüyordur; sadece etrafındaki bazı insanlarla uyuşamıyor bir sohbet yürütemiyordur.Ancak anlaşabildiğini sandığımız bir çevresi daha vardır.Onların yanında sanki başka birisi oluyor, bir genç gibi davranabiliyordur.Ki Charlotte’un bu aktiviteleri sevdiğini atari salonu sahnesinde doyasıya eğlenen gençleri izlerken tebessüm etmesinden de görebiliyoruz.

Bob Harris:

Bob Harris, filmde şakayla karışık bahsedildiği ancak benim de hak verdiğim orta yaş krizinden muzdarip olan biridir.Artık karısına karşı eskiden hissettiği duyguları hissedemeyen, çocuğunun da onunla konuşmak istememesini sanki içten içe çok da takmıyor gibidir.Çünkü Bob bıkmıştır.Hayat artık tat vermiyordur.Hiçbir şeyden keyif alamıyordur.Sanki hayatını bozuk, karıncalanan bir televizyondan izliyor gibidir.Elini uzatsa gerçekliğe dokunamayacak, hissedemeyecektir.

İşte Bob Harris bu hislerle dolup taşmışken Charlotte bir nevi imdadına yetişir.Kendisi ve arkadaşlarıyla dışarı çıkmasını ister.Bob ne kadar Charlotte ile vakit geçirmekten keyif alsa da kendini o gençlerle dolup taşan, çılgınlıklarla dolu ortama bir türlü kanalize edemez.Çünkü kendisi de biliyordur, hayal dünyasında yaşamıyor; bedenini ne kadar zorlasa da ruhu yaşlanmıştır.En azından filmi izlerken bana öyle gelmiştir; Bob, gerçeklikten, sorumluluklarından bir türlü kaçamaz.

Film yukarda bahsettiğim üzere Japonya’da geçiyor.Bundan dolayı Japonlarla ilgili oldukça farklı ibareler bulunuyor.Peki bu filmde gerçekten Japonlara karşı ırkçılık mevcut mu? Filmi izlerken çok fazla konduramasam da bitirdikten sonra ciddi ciddi oturup düşündükten sonra benim buna vereceğim cevap evet olurdu.Filmde genel olarak japonların histerik, saf, biraz salak ve bolca amerikalılara karşı imrenme duygusuyla dolu ırklar olarak gösterildiğini düşünüyorum.Şimdi neden böyle düşündüğüme filmdeki bazı sahnelerle değineyim.

Birkaç kez yaşanan asansör sahnesi:

Bu sahnede gördüğümüz üzere net bir şekilde Bob Harris’in aralarında sırıttığını görebiliyoruz.Belki de yönetmen böyle bir mesaj vermeye çalışmadı ancak sizce de düşünülmüş bir sahne değil mi? Peki bu sahneden neler çıkarabilir, nasıl yorumlayabiliriz? Bence orası da size kalmış.

 

 

Bob Harris’in reklam çekimi sahnesi:

Bu sahnede fotoğraf çekiminden sorumlu olan Japon adamın bile Bob Harris’e nasıl poz vermesi  gerektiğini söylerken kendi kültürlerinden değil de Amerikan kültüründen adamları örnek vermesi oldukça aşikar bir örnek olmamış mı sizce de? Ayrıca bu adamın o sahnedeki aşırı tavırları ve bu tavırlarından utanan çevirmenin adamın sadece belirli sözcüklerini çevirmesi, belki de değiştirerek söylemesi de bir başka örnektir.Çünkü sonuçta karşılarında koskoca bir Amerikalı vardır öyle değil mi?

 

Daha örnek vermeye üşendiğim bir çok örnek daha mevcuttur , bununla ilgili daha kapsamlı bir yazı okuyabilirsiniz.

Ve hepimizin en merak ettiği yer:

BOB, CHARLOTTE’UN KULÆĞINA NE FISILDADI?

Yönetmen bu kısmı muallakta bıraksa da bazı teoriler mevcut tabii ki.Ancak ben bu kısımın muallakta kalması taraftarıyım.Çünkü böylece biz kendimizden bir şeyler katabilir, bir nevi kendi sonumuzu oluşturabiliriz.Bu o kadar güzel bir detay olmuş ki benim gibi filmlere anlam yüklemeyi seven insanlar olarak bize bir nevi interaktif son bırakmış.Çünkü bu film bitince bitmiş olmuyor aslında.Acaba sonda ne dedi, ne dese daha güzel olurdu diye düşünüp durabiliyoruz.İşte hem film açısından hem de bizim açımızdan bu ikilinin aşkının bitmediğini anlatıyor yönetmen bu şekilde.

Eğer illaki yukarıda bahsettiğim teorileri duymak isterseniz en güçlü teorilerden biri budur:

“Şimdi gidiyorum ancak, bunun aramıza girmesine izin vermeyeceğim.Tamam mı?”

Bu cümle size yeterli geldi mi peki?