Krammer vs Krammer (1979)

Yazar: Erel Destan 

 

20.06.2022

Ted Kramer, aylardır üzerinde uğraştığı bir işi bağladığı gün aynı zaman
önemli bir terfi almıştır. Hayatının en mutlu 5 gününden biri olarak
nitelendirildiği bu günde karısı tarafından terk edilmesinin ardından çocuğuna
yalnız başına bakmak, diğer yandan da başından aşkın olan işiyle ilgilenmeye
devam etmek zorunda kalacaktır.

Kramer vs Kramer, ailedeki cinsiyet rollerini mercek altına alan bir film.
Bu rollerin ayrımını abartılı şekilde önümüze sunsa da gerçeklik çizgisini hiç
bozmuyor. Anne Joanna; alışveriş, yemek, çocuğu okula bırakmak, evi
temizlemek gibi her türlü “vasıfsız” olarak nitelendirebileceğimiz işi yaparken
baba Ted ise gecesini gündüzüne katarak aileye finansal destek sağlıyor. Fakat
Ted’in bu “vasıfsız” işlerden seneler boyunca uzak kalması onu yalnızca para
kazanmaya programlanmış ve başka hiçbir iş beceremeyen basit bir makineye
dönüştürmüş.
Çocuk bakmak zordur, ama çocuk yetiştirmek sanattır. Ted filmin önemli
bir süresinde babalık görevini kesinlikle icra edemiyor. Hatta öyle ki çocuğu
okula bırakırken ona “Kaçıncı sınıfsın sen?” diye soruyor. Oradan anlayın artık.
Kendi bağımsız hayatıyla ilgilenmekten çocuğunun büyümesini takip edemeyen,
onu annesine terk etmiş bir baba Ted.
Billy de kendisini babasına karşı uzak ve soğuk bir konumda tutuyor.
Bunca yıl kendisine düzgün babalık edemeyen adamdan ziyade her zaman
yanında durmuş olan annesinin izinden gitmeye çalışıyor. Bu sebeple filmin en
önemli sahnelerinden biri alışveriş sahnesidir. Muhtemelen aralarında pek de bir
fark olmayan ürünlerden özellikle seçmece yaparak annesinin aldıklarını
babasından istiyor. Çünkü koruyucu ve akıl hocası olarak gördüğü figür Joanna.
Ted’in kararları ve fikirleri onun için pek de bir anlam ifade etmiyor.
Billy için üzülmemek mümkün değil. Babasız büyümesinin yanında 7 sene
boyunca içinde bulunduğu ev ortamının da çocuk için pek uygun olduğunu
sanmıyorum. Kendisi Ted’e ne kadar yabancıysa annesi Joanne de öyle. İkisi
Ted’e karşı olan yabancılaşmalarını birbirleriyle gideriyorlar. Billy’nin
dondurma yediği için maruz kaldığı azarın ardından “Annemi istiyorum!” diye
ağlaması bu sebeple yürek burkuyor. Aynı Ted gibi o da çaresiz.

-Billy’nin dondurma için babasıyla tartıştığı sahne tamamen doğaçlamadır.
-Billy’i canlandıran Justin Henry, 8 yaşında “En İyi Yardımcı Oyuncu Oscar’ı”na
aday olmuştur ve günümüzde bile bu ödüle aday olan en genç oyuncudur.
-Joanna’nın mahkemedeki konuşmasını aktrisi Meryl Streep kendisi yazmıştır.
-Joanna’nın son sahnede kaban giymesinin sebebi Meryl Streep’in hamileliğini
gizlemek içindir.
-Ted Kramer rolü Al Pacino’ya gitmiştir ancak reddetmiştir.
-Amerikan Film Enstitü’sünün “En iyi mahkeme dramaları” listesinde 3. sırada
yer almaktadır.
-Filmin iki başrolü de En İyi Oyuncu Oscar’ı kazanmıştır
-Meryl Streep, aslında Ted’in eve attığı kadın olarak düşünülmüştür. Joanne için
düşünülen isim olan Kate Jackson rolü reddettikten sonra rol, Meryl Streep’e
teklif edilmiştir.
-1979’da en iyi erkek, kadın ve yardımcı oyuncuya aday olan tek filmdir. Aynı
zamanda o yılın en çok hasılat yapan filmi olmuştur.
-Filmin ışıklandırmasının neredeyse tamamı doğal ışıklandırma oluşturmaktadır.

İçerisinde Dustin Hoffman olan bir film, muhtemelen en kuvvetli
yönlerinden birini gerçekçilikten alıyordur. Hayatta olan, hatta gelmiş geçmiş en
iyi oyunculardan gördüğüm Hoffman, The Midnight Cowboy(1969) veya The
Graduate(1967)deki üstün performanslarıyla arşa çıkardığı gerçekçilik seviyesi
standardını Kramer vs Kramer’da da korumaya devam ediyor. Meryll Streep’in
de özellikle ilk sahne ve kafe buluşması sahnelerindeki mimiklerine ayrı bir
parantez açmak istesem de en azından bu filmde Hoffman’ın gölgesinde kaldığını
düşünüyorum
Hoffman’ın bu filmdeki en iyi performansını soracak olursanız
düşünmeden kafe sahnesi derim. Özellikle ülkemizde ayyuka çıkmış olan
“Sinirlendiğin zaman kıçın başın ayrı oynasın” stratejisi üstünden yürütülen ve
bunu daha abartılı şekilde yapan aktör veya aktrislerin iyi oyuncu kisvesi altında
sunulmasından bıkmış birisi olarak Dusti Hoffman’ın müthiş sinirli olduğu halde
insan gibi konuşup derdini anlatmasını biliyor. Bu arada bu sahnenin sonundaki
cam bardağın kırılması kısmı tamamen oyuncunun doğaçlaması. Yani Meryl
Streep’in korkusu da tamamen gerçek.
Aynı zamanda Dustin Hoffman, film çekilirken o zamanki eşi Anne Byrne
ile boşanma süreci içerisindeydi. Kendisi bu durumu açıklarken “Sabah kalktığım
zaman pratik yapabiliyordum.” demiştir. Ayrıca Hoffman’a bu durumun acı verip
vermediği sorulduğunda “Harikaydı. Kameraya dönüp (hissettiklerimi)
göstermek harika bir histi.” şeklinde cevaplamıştır. Belki oyuncunun bu Oscarlık
performansını hazırlayan önemli etkenlerden biri de buydu, ne dersiniz?
Ben baba değilim, evlenmedim ve boşanmadım da. O nedenle konu
işlenişinin ne kadar gerçek hayatla tutarlı olduğuna dair atıp tutma haddini
kendimde görmüyorum. Ancak çevremde boşanan çocuklu veya çocuksuz çok
çifte şahit oldum. Gözlemlerimden yola çıkarak yorum yapmam gerekirse, Dustin
Hoffman’ın, eşinin boşanma isteğine verdiği tepki herhangi bir yapımda
izlediğim açık ara en başarılısıydı. Bu görüşümü takdir edersiniz ki sadeliğine
borçlu. İnsanın en savunmasız ve çaresiz anlarındandır ayrılık anları. Refleks
olarak olanları tersine çevirebileceğinizi düşünseniz de içten içe bu çabaların boş
olduğunu bilirsiniz. İşte Dustin Hoffman’ın yüzünde gördüğüm şey de çaresizce
son çırpınışlarını yapan bir erkek. Eşinin valizini alarak onunla son kez konuşmak
istiyor. Durumu idrak etmeye, yaptığı hatanın ne olduğunu gözden geçirmeye
çalışıyor. Ve bunları yaparken yüzündeki o anlam veremeyen ifadeyi
sezebiliyorum. “Ne yaptım?” diye soruyor sanki eşini ikna etmeye çalışırken. İşte
bu ve daha birçok sebepten ötürü oyuncu ilk Oscar’ını cebe indiriyor.
Yumurta kapıya dayanınca insan bazı sınırlarını aşar. Ted’in zoraki olsa da
Billy ile olan ilişkilerini geliştirme süreci, daha sonra bu zorakiliğin ortadan
kalkarak gönülden yapılan bir babalığa dönüşmesinin ince ince kurgulanarak
işlenmesi de bana yüksek derecede gerçekçi gelmekte. Her şey doğal, olması
gerektiği gibi. Öylesine doğal ki sanki diğer sahnede ne olacağını tahmin
edecekmişsiniz gibi. Ancak bu durum filmin heyecanını kaçırmaktan ziyade
yönetmeni ve orijinal kitabın yazarını tebrik etme isteği doğuruyor. Evet, bu film
de kitaptan uyarlama, söylememiş miydim?
Oyunculuklar her ne kadar gerçekçi olsa da mahkeme sahnesine gelirsek
bunu iddia etmek zor. Kısıtlı bilgim olsa da avukatların konuşan kişiye
bağıramayacağını veya sözlerini kesemeyeceğini bilmek için hukuk okumaya
gerek yok. Yaşananların dram katsayısının arttırılması amacıyla koyulduğunu
düşündüğüm bu sahneler, ilk izlediğimde bu dramı geçirmeyi başarmış olsa dahi
bugün daha nesnel bir gözle baktığım zaman pürüz olarak görünüyor.
Tahminimce gidişatı Judgement at Nuremberg(1961) benzeri fazlasıyla ağır bir
mahkemeye çevirmektense hukuksal mücadeleden çok kişisel bir mücadeleye
indirgemek istemektedirler. Gerçi, düşününce yönetmene kızamıyorum. Avukat
“Bu ilişkide başarısız oldun mu?” diye sorarak Joanna’in üstüne giderken Ted’in
sessizce “Hayır.” demesi filmin kritik anları arasında.

Krammer vs Krammer, bir babanın çocuğunu büyütmesinden ziyade bir
çocuğun babasını büyütmesinin hikayesi. Tost yapmasını bile bilmeyen, french
presste kahve yapamayan Ted, mecburen çocuk bakma görevini üstlendiğinde
hayata bambaşka pencerelerden bakmayı öğreniyor.
Sizi bilmem ama bana hem bu konuyu en iyi aşılayan, hem de filmdeki
favori sahnem olan kısım Ted’in oğlunu bisiklete bindirdiği sahne. İkili
arasındaki ilişkinin kuvvetlenme ivmesinin o andan itibaren arttığını
düşünüyorum. Ted artık oğlunu hayatının önemli bir parçası olarak görüyor ve
kıymetli zamanının önemli bölümünü de onun için ayırıyor. İşine bu kadar bağlı
olan, hatta işi yüzünden karısını kaybetmiş bir adamın açısından bakarsak Billy
için yaptıkları büyük fedakarlıklar. Kat ettiği mesafeyi açık bir şekilde
görebiliyoruz.
Tabii işlere bir de Billy’nin penceresinden bakalım. Başta babasına karşı
açıkça soğukluk besleyen, annesinin gelip onu kurtarmasını bekleyen bir
karakterdi Billy. Hele Ted’in terk edilmesinin ardından yaşadığı öfke sorunları
muhtemelen onu daha da savunmacı bir pozisyona itmişti. Ancak Ted’in
büyümesiyle ve babalığı öğrenmesiyle birlikte Billy de hiç yaşamadığı
deneyimler yaşamış oldu. Baba oğul ilişkisi bambaşka bir şeydir. İyi
ebeveynlikten bağımsızdır. Ted Miami’de 5 yıldızlı otelde tatil rezervasyonu
yaptırmıyor veya ülke ülke gezmeye götürmüyor. Kısacası Billy’nin önüne
dünyaları sermiyor. Tek yaptığı şey baba olmak. Onu okula götürüp sohbet
etmek, iş yerini gezdirmek, yemeğini yapmak gibi basit, günlük aktiviteler. Zaten
eğer şımartılmış bir ağlak değilseniz, ailenizle yapacağınız dolu bir sohbetin
hayattaki çoğu “güzel” olarak lanse edilmeye çalışan eğlenceden daha keyifli
olduğunu biliyorsunuzdur.
Billy de işte bu şekilde son sahnelere baktığınız zaman karakterin ne kadar
değiştiğini göreceksiniz. Hatta Ted’e şu yürek burkan sözü söyler: “Eğer
sevmezsem eve dönebilir miyim?” Hemen ardındaki sahnede babasının en başta
yapamadığı yumurtalı tostu elbirliği ile yapmaları da Billy’nin hikayesine tatlı bir
şekilde noktayı koyar.

Şimdi militan feministleri şu köşeye aldıktan sonra devam etmeye
çalışalım. Böyle dememin sebebi “Kadın haksız olamaz.” gibi basit ve dar
görüşlü olan sayın hanımefendilerin hayali unsur değil de gerçek bireyler
olmaları.
Elbette tutup da Ted’in ne kadar harika bir insan olduğunu zırvalayacak
değilim. Aynı şekilde Joanna’i yere gömme niyetim yok. İkisinin de
penceresinden bakarak iki farklı yorum ile yaşananları irdelemeye çalışalım.
Öncelikle Joanna tarafından bakarsak, haklı olduğu birçok husus olsa da
haksız oldukları da bir o kadar fazla. O dönemlerde kadınların önünün kesilmesi
şimdiye göre daha sıradan. Ted’in de açık ara en büyük kusurlu olduğu yer
Joanna’in çalışmasına izin vermemesi. Bir kadının kendi ayakları üzerinde
durmasına kasten engel olmak affetmesi zor bir hata. Hayatını erkeğine bağımlı
yaşayan kadının doğal olarak özgüveni zedelenebilir ve eziklik psikolojisine
kapılabilir. Joanna’in içerisinde bulunduğunu iddia ettiği durum da işte bu:
Hayatta kendisine yer bulamayan yetersiz bir birey.
Joanna’in haklı olarak kin beslediği diğer durum da takdir edersiniz ki
Ted’in işe olan düşkünlüğü. Sevdiğinden yeterince ilgi görememek de aynı
şekilde özgüven zedeleyici bir şeydir. Kişi yine kendisini görünmez ve ilgiye
layık olamamış gibi algılar. Nerden bildiğimizi sormayın…
Evet bu 2 büyük kusur, Ted’i kötü adam olarak gösterebilire benziyor. Ama
size kendi düşündüğümü söyleyeyim: Joanne kinci bir egoist.
Joanne hiçbir noktada “Bu sorunları konuştuk ama o beni dinlemedi.”
benzeri savunmalarda bulunmuyor. Çünkü özellikle ilgisizlik sorununun
ciddiyetini anlatmak için bir miktar ses çıkarmak zorunludur. Joanne bunu içine
atarak sabrettiğini söylüyor. Ancak o işler öyle içe atmayla çözülmez Joanne abla.
Joanne’in bahsettiği kadar ezik hissettiğine kesinlikle inanmıyorum, aynı
şekilde çocuğunu Ted kadar sevdiğine de. Her şeyi kenara bırakalım, çocuğuna
bakamayacağını düşünerek onu terk edip kendi zevklerinin peşine düşen bencil
bir kadın anne olmayı kesinlikle hak etmiyor. Bebekten önce 1 yıl beraber
geçirmişler, 9 ayı çıkarırsak geriye 3 ay kalır. Zannediyorum ki daha önceden
tanışıklıkları da vardır. Dolayısıyla kendi zevklerini mi yoksa çocuğu mu tercih
edeceğini ölçüp tartması için yeterli zamanı vardı. Ancak o Dünya’ya bir can
getirip onu terk edip gittiği yerde başka bir erkekle görüşüp daha sonra elini
kolunu sallayarak geri alabileceğini düşündü. Ki aslında öyle de oldu değil mi?
Çünkü “Kadınsa haklıdır herhalde.”
Tekrardan söylemem gerekiyor ki Ted’in evlilikte haklı olduğunu asla
savunamam. Kadını baskılayan ilkel bir düşünceye sahip Ted. Joanne’in onu terk
edip gitmesini belki anlayışla karşılayabilirim. Her ne kadar ses çıkarma
cesaretini göstermek yerine her şeyi içine atarak fedakarlık yaptığını zannedecek
kadar yüzeysel bir insan olsa da o da onun karakteri diyebilirdim. Fakat velayet
mevzusunda tarafımız belli. Maddiyat ve kariyer başarısını boş versek dahi Ted’i
haklı buluyorum. Çünkü o korkak değil. Patron yardımcısının “Çocuğu
akrabalarına bırak.” gibi iş açısından düşündüğümüz zaman hayli mantıklı
gelecek teoriyi reddederek baba olmayı öğrenmeyi, zor yolu seçiyor.
Joanne bir anne olamayacağını düşünüyor olabilir, evet. Peki sizce Ted bir
baba olabileceğini düşünüyor muydu? Muhtemelen işi yüzüne gözüne
bulaştıracağından emindi. Ama yine de denedi. Çünkü çocuk, kişisel tercihlerin
çok çok ötesinde durur. Gerekirse kendinle savaşmanı, kendini baştan yaratmanı
mecbur kılar. Bu cesareti gösterebilenler de ebeveynlik hakkını elinde
bulunduranlardır.
Son sahne de masaya yatırmamız gereken önemli konulardan birine sahip:
Joanne’in çocuğu almayı reddetmesi. Bu kadar mücadele verdi değil mi?
Çocuğunu gittiği yerlerde takip etti, Ted’i çok zor bir vaziyetin içine soktu,
mahkemeye çıktı ve direndi. Herhalde düşünmüşsünüzdür, bu Joanne gerçekten
bambaşka bir karaktere mi evrildi acaba? Hayır, son sahnede çocuğu
reddetmesinin ardında 2 motivasyon yatıyor olabileceğine inanıyorum.
Bunlardan ilki Joanne’in Ted’den intikam almayı denemesi. Denemesi diyorum
çünkü mimiklerine bakacak olursak kendisinin de büyük bir acı içerisinde
olduğunu görebiliyoruz. “Eğer istesem çocuğumu da alır hayatını başına
yıkardım.” şeklinde bir motto ile yaklaştığını sanıyorum. Bu şekilde Ted’in ona
yaşattıklarının acısını çıkardığına inanarak kendi egosu tatmin edecekti.
Diğer muhtemel senaryo ise Joanne’in değiştiğine inanması. Artık bir
korkak değil, bir güçlü kadın olduğunu düşünüyor olabilir. Güçlü kadın olarak
mücadelesini vererek zaferini elde ediyor. Fakat fark ediyor ki değişen hiçbir şey
yok. O hala ezik, korkak Joanne. Bu yükü almayı kaldıramayacağı için de yine
kolaya kaçarak onu Ted’e bırakıveriyor.
Bahsettiğim fikirlerin tamamen öznel yaklaşımlar olduğunu belirtmemde
fayda var. Yarın bir gün sokakta görürlerse o öyle değil böyle diyerek tenhaya
çekmesinler değil mi?
Son olarak bahsetmek istediğim bir veri var. Amerika ve Türkiye’de
velayet davalarında küçük çocukların anneye verilme oranının %70-%80
olduğunu biliyor muydunuz? Hatta Hindistan’da bu oran %85’e kadar çıkıyor.
Öyle bir bilgi vereyim dedim, anlayana. Tam anlayamayanlara başlığın adını
tekrar okumalarını öneriyorum.

Bu film, yalnızca ve yalnızca karakter üzerine kurulu bir yapım. Oyununu
büyük büyük oynamıyor, olabildiğince basit ve küçük çaplı bir olayı elinden
geldiğince detaylı ve samimi şekilde anlatıyor. Yönetmen için karakterleri
merkeze alan filmler zorlayıcıdır, çünkü seyircilere bu karakterleri sevdirmeniz,
onlarla empati kurdurmanız gerekir. Örneğin bir savaş filminde askerleri
tanımasanız da kadrajda dönen aksiyon sahneleri ilginizi çeker. Bu nedenle
seyirci ilgisini ya oradan ya buradan yakalamayı başarırlar. Fakat Kramer vs
Kramer’da Ted’in çabası, gelişimi ilginizi çekmiyorsa veya sonunu merak
etmiyorsanız muhtemelen bu film sizin için boş bir izlence olacaktır.
Değinmek istediğim son nokta, filmin net bir climax anı bulunmadığı halde
duyguları bu denli yoğun şekilde yaşatabilmesi. Joanna’in savunması veya son
sahne climax gibi görünse de tam olarak bu şekilde göremiyorum. Kendi çapında
başlayıp biten, yaklaşık 1.5 yıllık, dramatik bir hikaye. Dolayısıyla özel olarak
“İşte bu sahnenin ağırlığı şöyle böyle” şeklinde değil de 1 saat 50 dakika süren
ve durmaksızın süren her türlü duygu arasında yolculuk edilen bir serüven olarak
görüyorum.
Herhalde diyeceklerim bu kadar.