The Exorcist (1973)
Yazar: Erel Destan
01.09.2024
Aktris ChrisMacNeil, bekar bir anne olarak kızı Regan ile mutlu bir hayat
sürmektedir. Ancak Regan, şeytan tarafından ele geçirilmeye başlar ve anne kızın
yolu tanrıya olan güveni sarsılmış peder Karras ile kesişir. Regan’ı kurtarmanın
çaresi dilimizde “Cin çıkarma” olarak tanımlayabileceğimiz exorcism
uygulamaktır.
Chris: Kızının başına gelenlerin ardından Chris’in dünyası başına yıkılır. Dine
mesafeli durup çözümü tıpta arasa da tüm doktorlar Regan’ın durumu karşısında
yetersiz kalmaktadır. Chris, yaşadığı felakete rağmen güçlü kalmaya ve
savaşmaya devam eder. Kısacası gerçek bir güçlü kadındır.
Regan: Yanaklarını sıkmak isteyeceğiniz kadar tatlı bir kız olan 12 yaşındaki
Regan, Kaptan Howdy ismini verdiği hayali bir arkadaşıyla konuşmaktadır.
Howdy, hayalet tahtasını kullanabilecek kadar fiziksel bir varlık olsa da Regan
bu durumdaki absürtlüğü fark edemez.
Karras: En akılda kalıcı karakterler listeme rahatlıkla girecek olan peder Karras,
özellikle annesinin ölümünün ardından derin bir yalnızlık ve hayattan kopukluk
hissi içerisine girer. Halihazırda tanrıyla arasına mesafe koymuş olduğundan
boşluğa düşer.
Birçok başarılı yapım gibi Exorcist’in de çekim süreci hayli şaşırtıcı hikaye ile
dolu. Bu hikayelere girmeden önce filmin aynı isimdeki 1971 çıkışlı romandan
uyarlandığını belirtelim.
Yazar ve aynı zamanda yapımcı William Peter Blatty, özel olarak katolik,
hatta Hristiyan dahi olmayan bir yönetmen istiyordu. Bu sayede filmin daha
belgeselvari ve daha objektif şekilde çekilebileceğine inanıyordu. Öyle de oldu.
Yönetmen William Friedkin pek dindar olmayan Yahudi bir yönetmendi. Dini
merkezine alan bir filmde dindar bir yönetmen olaya daha dramatik yaklaşarak
filmin “büyülü gerçekçilik” çizgisinden ilerleyen işlenişini bozabilirdi.
Friedkin ve Blatty çekimlerden önce birlikte uzun süre çalıştılar. Friedkin
her gece kitabı okuyup filme ekleyecekleri yerleri işaretleyerek Blatty’e
gönderiyordu. Yazarın bazı noktaları fazla uzattığını düşünüyordu. İkili bu
işaretlenen noktaları kararlaştırıp storyline’ı oluşturdular. Birçok sahneyi de
storyboardlar ile destekledikten sonra oyuncu seçimleri başladı.
Stüdyo Warner Bros, Chris karakteri için Jane Fonda veya Audrey
Hepburn gibi ünlü isimler düşünüyordu. Ancak teklif götürülen herkes rolü
reddetti. Bu sırada adı geçen isimlere kıyasla çok daha az popüler bir isim olan
Ellen Burstyn, Friedkin’e telefon açtı ve bu rolü oynamanın kaderinde olduğunu
söyledi. Stüdyo Burstyn’i pek istemese de onu kabul etmeye mecbur kaldılar.
Çekimler sürerken film ile bir şekilde ilişiği bulunan; kameramanın bebeği,
odayı soğutmakla görevli adam ve bekçi gibi toplam 9 kişi hayatını kaybetti. Tüm
bu kişiler doğal sebeplerden vefat etmiş olsalar dahi film hakkında “Lanetli”
söylentileri hızla yayılmaya başladı. Ne de olsa şeytanı ve dini motifleri içerisinde
bulunduran bir filmin setinde çıkacak herhangi bir aksilik bile bu söylentileri
ortaya çıkartabilecekken 9 insanın ölmesi devasa bir olaydı.
Ölümlerin yanı sıra yangın, yaralanma ve psikolojik sorunlar gibi daha
birçok olumsuz olay da çekimler esnasında yaşanmıştır. Bu yaşananların
mağdurları için elbette üzülsek de özellikle “Lanetli film” olarak bedava reklam
yapılmış olması filmin daha sonra elde edeceği 440 milyon dolarlık devasa
gişenin önayağı olmuştur.
Bahsettiğimiz ölümler gibi talihsiz olayların yanı sıra, filmin çekimleri de hayli
zordu. Örneğin yalnızca Regan’ın makyajı bile beş kez yeniden tasarlanmıştır.
Yapması bile saatler alan bu makyajların arkasındaki emeği siz düşünün. Bu
makyajlardan ilki daha cadı kılıklı bir tipleme idi. Neyse ki makyöz Dick Smith
bu tiplemeden hoşnut kalmadı ve diğer çalışmaya geçti. Daha sonra pek bir
korkunçluğu olmayan, yaşlı bir Regan makyajı yapıldı. Yine Dick Smith ve
yönetmen Friedkin hemfikir olarak bu çalışmayı da çöpe attılar. Bu şekilde çeşitli
aşamalardan sonra bildiğimiz ikonik makyaj son halini aldı.
Regan karakterini canlandıran Linda Blair’ın yaşadıkları da bir o kadar ilginç,
hatta kimi zaman korkunç. Diğer birçok aday rolü reddetmişti veya ailesinden
izin alamadığı için seçmelere gidememişti. Bu esnada Linda Blair çıkageldi ve
Friedkin onun role uygun olduğunu düşündü.
Burada duralım. Blair’in role seçilmesi konusunda Friedkin ve Blair’in farklı
konuşmalar yaptığını gördüm. Friedkin “Haç mastürbasyonu” sahnesinde
Blair’ın gayet konudan haberdar, hatta yönetmen sen hiç mastürbasyon yaptın mı
diye sorduğunda “Tabii ki, sen?” diye sorduğunu söylüyor. Hatta öyle ki bu
konuşma sayesinde onun Regan olmasına karar verdiğini röportajında belirtiyor.
Ancak Blair, kendi röportajında o sahne hakkında konuşurken “O yaşta
mastürbasyonun ne demek olduğunu bilmiyordum. Yıllar sonra öğrendim.”
şeklinde açıklama yapıyor. Kafa karıştırıcı, değil mi?
Blair’ın en büyük badiresi herhalde hastane sahneleridir desek yanılmış olmayız.
Evet evet, o sahneler tamamen gerçek. Sahte kan kullanımı yok. Profesyonel
doktorlar gerçekten kızcağıza o gördüğümüz operasyonları uygulamışlar. Blair’ın
bu sahnelerdeki tepkileri de gerçekten yaşadığı hisleri anlatıyor olsa gerek.
Ayrıca gözlerine de birçok sahnede lens takılmaya çalışılmış ancak Blair lenslere
bir türlü alışamadığından sürekli acı çekmiş. Bunun üzerine gözlerine anestezi
uygulamak zorunda kalmışlar.
Blair’ın çektiği bir diğer acı da yatakta çılgınlar gibi kalkıp geri yattığı
sahnede yaşadıkları. Özel efektçi Marcel Vercoutere, Blair’ın karnını boydan
boya saran kemer benzeri metal bir alet geliştirmiş. Bu alet, pompa benzeri bir
mekanizma yardımıyla kızcağızı alıp bir oraya bir buraya savurmuş. Regan’ın
tam bu sahnede söylediği “Durdur, yanıyor.” sözlerinin ise gerçeklik payı var.
Çünkü kesinlikle can acıtan bir aletti. 13 yaşında bir kız için tüm bunlara razı
olmak cesurca.
Bu arada Blair’ın “Eileen Dietz” isimli bir dublörü vardı. Dietz çekimler sırasında
29 yaşında olduğu halde 1.55 boyu sebebiyle Blair ile aynı boyda görülebiliyordu.
Çekim olarak daha zor sahnelerde çoğunlukla Blair’ı izlemekteyiz: Regan’ın
annesini tokatladığı sahne, kusma sahnesi ve ayin sahnelerinin bir kısmında Dietz
kullanıldı. Nadiren ekranda görülen “Pazuzunun yüzü” olarak bilinen beyaz
yüzlü şeytan sahneleri de Dietz’e aittir.
Kusma demişken, o kusmuğun bir çorba olduğunu da belirtelim. Makyöz Dick
Smith, bu sahne için özel bir aparat geliştirmiştir. Ağzın içine yerleştirilen bir
boru, 2 yanında bulunan destekleyicilerin yanakların altına yerleştirilmesi ile
sabitlenir. Bir de kafanın arkasından dolanan ipiyle tam olarak yerine oturtulmuş
olur. Destekleyicilerin üstü makyaj ile örtüldükten sonra ise tebrikler, artık
ağzınızın içinde bir yeşil çorba atarınız var.
Regan hakkında bahsetmek istediğim son nokta elbette o meşhur kafa
dönme sahnesi. Ne kadar ikonik ama! Filmi izlemeyen birçok seyirci bile The
Exorcist adını duyduğunda eminim ki ilk aklına gelecek şey bu kafa dönmesidir.
Filmdeki 2 “Geri dönülemez nokta” olarak gördüğüm olaydan biridir. Diğeri ise
sinema versiyonunda bulunmayan “Örümcek yürüyüşü” sahnesidir. Bu ikisi,
Regan’ın psikolojik bir sorunun çok çok ötesinde, doğaüstü bir güç etkisi altında
olduğuna seyirciyi ikna eden en net iki sahnedir. Ayrıca orijinal örümcek
yürüyüşü sahnesinde Regan, emekleyerek ve dilini dışarıda sallayarak Sharon’ı
yakalamaya çalışır. Chris tarafından tutularak engellenir. Friedkin, bu sahnenin
ağırlığını yeterince iyi işleyemeyeceğini düşündüğü için çıkarmıştır.
Kafa dönme sahnesinde ise birçoğunuzun tahmin ettiği gibi robot
kullanılmıştır. Temiz bir dönüş, ekibi zorlasa da denemeler sonrasında istedikleri
temizliği elde etmişlerdir. Kendilerinin ellerini sıkmak lazım, 50 yıl önce bu denli
başarılı bir robot kullanımı ortaya çıkarmak takdire şayan.
Bir de Ellen Burstyn’i fazlasıyla zorlayan sahnelerden bir tanesinden
bahsedelim: Regan’dan tokat yediği sahne. Göreceğiniz üzere Chris bu sahnede
oldukça sert bir düşüş yaşıyor. Bu sert düşüşün sebebi ise arkasından onu çeken
kişi. Sahnenin çok fazla tekrarlanmasından ötürü Burstyn, yönetmene şikayette
bulunmuş. Sırtının kötü şekilde ağrıdığını belirtmiş. Friedkin ise ona he he çekip
sonraki kayıtta bir öncekilerden bile çok daha hızlı düşürerek istediği görüntüyü
elde edebilmiş.
Exorcist’i sıradan korku filmlerinden ayıran en önemli özelliği rasyonel
temeller üzerine kurulu bir öyküyü işlemesi. Hem Chris hem doktorlar hem de
Karras vaziyeti ilk önce mantıklı açıklamalar ile gerekçelendirmek istiyorlar.
Doktor “Sinir düzensizliği” gibi tanılar koyuyor. Filmin önemli uzunluktaki bir
bölümü de bu tıbbi sekanslar ve psikolojik çözümlemeler etrafında geçiyor. Genel
korku filmi senaryo matematiğine aşina seyirciler için anlamsız gelebilecek olan
bu sahneler, aslında Exorcist’i Exorcist yapan şeyler. Bu filmi beğenmemin en
büyük sebebi bana sunduğu dramatik atmosfer.
Elbette bu bir tıp filmi değil. Bir annenin medikal tedavi peşinde bir oraya
bir buraya koşturmasından ibaret olsaydı bugünkü şanına layık olamazdı
herhalde. Ancak meseleyi anladığınızı düşünüyorum. Kurguyu hızlı bir şekilde
dine ve şeytana bağlamak yerine olabildiğince ağırdan alarak ilk önce akla yatkın
çözümler üzerinde duruluyor. Bu işleyiş, seyircinin filmi bir fantastik yapım
olarak görmesinin önüne geçerek karakterlerle gerçekten empati kurabilmesini
sağlıyor.
Öte yandan inanç kısmının işlenişi de bir o kadar başarılı. Şeytan gibi dev
bir kötüyü kendisine villain olarak seçmiş olan yapım, bu kötünün basitçe
yenilmesine izin vermeyecektir elbette. Pederlerin çabası sonuçsuz kalır. Şeytan
bir nebze etkilense de onlara verdiği psikolojik hasar daha kuvvetlidir. Filmden
kesilen bir sahnede peder Karras ve peder Merrin merdivende otururken şeytanın
stratejisi hakkında konuşurlar. “Neden böyle yapıyor?” diye düşündüklerinde
peder Merrin “Bence amaç bizi çaresizliğe sokmak. Tanrının bizi sevme
ihtimalini reddetmemizi istiyor.” diyerek şeytanın amacını açıklıyor. Bana kalırsa
yapılabilecek tek mantıklı açıklama bu. Çünkü onu yenmenin tek yolu inanç.
İnanca bağlı kalarak mücadeleyi devam ettirmek. Ancak ne yazık ki bu sahne
filmden kesilmiş.
Kısacası bilim de inanç da filmde önemli bir yer kapsıyor. Hatta ikisinin
ortak kullanıldığı yer olarak doktorun plasebo olarak şeytan çıkarma önerdiği
sahneyi örnek gösterebiliriz. Kendisi bu tarz şeylere inanmasa da hastaların telkin
yoluyla tedavi edilebileceği bilimsel bir gerçek. Regan’ın sorunun da fiziksel bir
hastalık olmaktan ziyade psikolojik bir bozukluk olduğunu öne sürerek bu çeşit
bir plasebo veya telkin yöntemi önermesi gayet mantıklı. Sonuçta Regan’ın
doktorlara karşı takındığı tavırdan psikolojisinde de ciddi bir sorun olduğunu
anlayabiliyoruz. Sorunu çözmek için akla ilk gelen mantıklı yöntem hem bilimi
hem inancı kendi içerisine dahil eden plaseboya başvurmak.
-Pazuzu’nun yüzü sahneleri aslında Regan’ın reddedilen makyajlarından biridir.
-Enflasyon dahil edildiğinde Warner Bros’un en yüksek gişe yapan filmidir.
-Linda Blair’in annesi, onu rol için kendi elleriyle getirmiştir.
-Karras karakterini canlandıran Jason Miller’ın ilk filmidir.
-Kubrick, filmden çok etkilendiği belirtmiştir. Muhtemelen The Shining(1980)
içinde bu etki kendisini az da olsa göstermiştir.
-”En iyi film Oscar’ı”na aday gösterilen ilk korku filmidir.
-Film için planlanan süre 85 gün olmasına rağmen çıkan aksilikler sebebiyle 224
günde tamamlanmıştır.
-Stüdyo, Friedkin’e 2. film için teklif götürdüğünde “Hayatta olmaz” diyerek
teklifi reddetmiştir.
-Film, İsrail ve Lübnan hariç tüm orta doğu ülkelerinde yasaklanmıştır.
-Şeytanı seslendiren Mercedes McCambridge, seslendirmeyi daha gerçekçi
kılmak için çiğ yumurta yemiş ve sigara içmiştir.
-Aynı zamanda ikisi birlikte aynı karakteri seslendiriyor olsalar da McCambridge
ve Blair hiçbir zaman tanışmamışlardır.
-Jason Miller, filmden önce bir dini tarikat olan Cizvitler’in okulunda
okumaktaydı.
-Haç mastürbasyonu sahnesinin çekildiği gün Blair’ın doğum günüydü.
-Irak sahnelerinin çekimleri esnasında ekibin yarısı dizanteri olmuştur.
-Irak sahnelerinin toplam süresi 4 saat civarıydı. Bu 4 saatin yalnızca 10 dakikası
filmde kullanıldı.
Bu bölümden sonrası spoiler içerir.
Karras karakterinin karizması ve aşırı kaliteli yazımından bahsetmiş
miydim? Gazımı alamadığım için bir kez daha bahsetme vakti geldi.
İnsanın Tanrı’dan uzaklaşması veya doğrudan düşman olması uzun zamandır
mercek altına alınır. Şahsen bu konsept, başarılı işlendiği vakit beni en çok
etkileyen ve ekrana bağlayan konseptlerden biridir. Bu konunun şahı olarak Diary
of a Country Priest(1951) filmini görürüm.
İnsanın kişiliğini derinlemesine incelemenin en verimli yollarından bir
tanesi inançlarıdır. Din olsun başka bir konu olsun, kişinin inançları eğer bilgi
birikim sonucu değil de yalnızca ve yalnızca kalben inancından geliyorsa
karakteri hakkında saf bir izlenim elde ederiz. Karras karakterinin de gördüğü
akademik din eğitimine rağmen yavaş yavaş tanrıdan uzaklaşması ve en sonunda
“Sanırım inancımı kaybettim.” demesi de işte bu karakterin saflığıyla bize
sunuyor.
Karras’ın annesini kaybettikten sonra hissettirmeden, ince de olsa
etkileyici şekilde değişen karakteri ise bir ayrı güzellik. Özellikle annesini metro
merdivenlerinden iner gibi gördüğü o hayal yok mu… Ne acı bir durum. Yalnız
olmadığı halde kendisini bu denli yalnız görmesi de bir o kadar hüzünlü. Belki
de tutunacak son 2 dalı olan Tanrı ve annesini aynanda kaybeden bir adam Karras.
Şeytanla karşı karşıya geldiğinde hemen annesi ile vurulmaya çalışılıyor.
Ancak o bu oyunlara gelmez. Neden mi? Çünkü o ADAM gibi adam. Seyirci
olarak bizim ekrandan görüp bile gerildiğimiz şeytanın karşısına elleri cebinde
çıkıp raconu koyuyor. Peki nasıl mı? Çünkü o ADAM gibi adam. Aynı zamanda
filmin şahsi kanaatimce en etkileyici sahnelerinden birinde de başrolü çekiyor:
Şeytanın, annesinin sesini taklit ettiği sahnede “Sen benim annem değilsin!” diye
bağırıp içeri gider. Geri geldiğinde ise kendisini feda ederek şeytanı yenmeyi
başarır. Konuşma yetisini kaybetse bile hayatının son anında Tanrı’ya sığınarak
af ister. Neden mi? Çünkü o ADAM gibi adam.
Nasip olur da Karras karakterini sayfalar boyunca %100 öznel bakış açısıyla
sayfalar boyunca övdüğüm bir inceleme yaparsam orada görüşmek üzere. Ancak
şimdilik bu kadar. Huzur içinde uyusun.
Şeytan; resim, edebiyat ve sinema gibi birçok sanat dalında tonlarca kez işlenmiş,
şekilden şekle sokulmuştur. Herkesin şeytanı başkadır: Dante’nin şeytanı
cehennemdeki insanları canlı canlı yiyen bir işkence makinesidir, gaddardır.
İslam’a göre şeytan düzenbazdır, yoldan çıkarıcıdır, kurnazdır. Şeytan
tasvirlerine göz gezdirdiğiniz zaman muhtemelen hem kafanızdakine benzer hem
de hiç aklınıza gelmeyecek şekillere büründüğünü göreceksiniz bu evrensel
karakterin. Aslında şeytan çoğu zaman tek bir kişi olmaktan daha öte, Dünya’daki
tüm kötülüğün kaynağı, hatta ve hatta direk olarak kötülüğün kendisi olarak
görülen meta bir varlıktır. Exorcist filmindeki şeytanın da bu tarzda bir varlık
olmasını beklerdim açıkçası. Film hakkında en büyük hayal kırıklığım da bu olsa
gerek.
Şeytan dev bir figür. Adını duymayanın kalmadığı, bin yıllardır hakkında
efsaneler anlatılan bir yaratık. Filmin Türkiye’de “Şeytan” diye geçtiğini ve
diyaloglarda da sürekli şeytandan bahsedildiğini gördüğümde bile birebir olarak
şeytanla karşılaşacağımıza ihtimal vermemiştim. Çünkü bu altından
kalkılamayacak bir işti. Kendi ayağına sıkmaktan farksızdı. Ancak gelgelelim
Exorcist bildiğimiz şeytanı alıp karşımıza koyuyor. İnsan biraz hayal kırıklığına
uğramıyor değil.
Yönetmenin şeytan sunumunun son ayinde başarısız kaldığını düşünüyorum.
Kaotik bir görüntü yaratarak işin içinden daha kolay çıkılmaya çalışılmış.
Örneğin Karras bir sahnede “kutsal su” diyerek attığı suyu aslında musluktan
aldığını söylüyor. Bu repliğin anlamı ne peki? Şeytanın psikolojik bir hastalık
olduğu anlatılmaya çalışılsa güzel bir sunum olurdu ancak biz şeytanın tamamen
fiziksel bir kötülük olduğuna çoktan ikna olmuş durumdayız. Ayrıca Karras’ın
ölmüş annesinin sesini bile taklit edebilen şeytan, ayinin neredeyse tamamında
işlevsiz durumda. Ayinden kaynaklı zayıflayabilir ancak bu kadar ani bir güç
düşüşü benim mantığıma yatmıyor. Hem hala peder Merrin’i öldürebilecek kadar
kuvvetli, değil mi?
İşin özü şeytanı gerçekten görmemiz etkileyici ve şaşırtıcı. Ancak şap diye
önümüze koymaktan ziyade önceden birkaç sebep uydurarak hafiften debuff
atmaları gerektiği kanısındayım. Arada sırada Regan’ın kendi bilincinin yerine
gelmesi ve şeytanın güçsüzleşmesi elbette filme dramatizasyon olarak olumlu
katkı sağlıyor. Ancak sonlara doğru geldiğimizde artık Regan, şeytan tarafından
ezilmiş olmalı. Buna rağmen şeytanın hala küçük bir kız çocuğu gibi davrandığı
oluyor. Bu da filmin yarattığı gerçekçi havanın zedelenmesine sebebiyet veriyor.
Can sıkıcı.
Eğer The Exorcist önünüze rastgele çıkmadıysa, hakkında birkaç yazı
okuduysanız eminim ki bu film hakkında “Gelmiş geçmiş en korkunç film” gibi
iddialı laflar söylendiğini duymuşsunuzdur. Bu iddianın sebeplerini biraz
incelemeye çalışalım.
Öncelikle ilk bakacağımız şey filmin çıkış tarihi, yani 1973. Sinemalarda kan ve
vahşetin kol gezmeye henüz başlamadığı dönemler bunlar. Elimizde elbette
Psyco(1960) veya Eyes Without a Face(1960) gibi zamansız korku filmi örnekleri
olsa da bu filmler seyirciyi dehşete düşürmekten ziyade germeye odaklanmış
filmler. The Exorcist’i tanımlamam gerekse ilk söyleyeceklerimden birisi
kesinlikle “Dehşet verici” olurdu. Beni yanlış anlamayın, bol kanlı bol kusmuklu
olduğundan değil, korkuda en önemli faktörlerden biri olan gerçekçiliği
yakalayabildiği için.
Jumpscare, reflekslerimizi de harekete geçirdiği için genellikle işe yarayan
bir korkutma yöntemidir. Buna karşın fazlasıyla ucuz, fazlasıyla amatörcedir.
Filmimizde belki yerimizden sıçrayarak kalkmıyoruz, korku çığlıkları atmıyoruz
ancak eğer biraz empati kurma kabiliyetiniz varsa bir annenin düştüğü bu korkunç
durum karşısında gerildiğinizi hissedebilirsiniz. Çaresizlik ve boğuculuk
damarlarınıza kadar işliyor. Örümcek yürüyüşü veya kafa dönme sahnesi gibi
sahneleri gördükten sonra bahsettiğimiz geri dönülemez eşiği geçtiklerini fark
etmek fazlasıyla ürkünç
Dönemin seyircileri için ise Exorcist’in etkisi bambaşkaydı. Sinemada
ayılıp bayılıp ambulansla götürülenlerden tutun salondan koşarak kaçanlara kadar
birçok vaka görüldü. Özellikle hastane sahneleriyle zaten kendilerini rahatsız
hisseden seyirciler, filmin sonlarına doğru minicik masum bir kızın neye
dönüştüğünü gördüklerinden bu şekilde aşırı tepkiler vermişlerdir. Onları haksız
bulmak çok da zor değil, o dönem için karşılaştıkları şey benzersiz bir tecrübeydi.
The Exorcist korku filmi olduğu kadar aynı zamanda bir dram filmi.
Zannediyorum ki bazı seyircileri sıkan ve “Bu mu lan korkunç” benzeri ilginç
yorumlar yapmalarına sebep olan kısmı da bu. Özellikle ülkemiz insanlarında
görülen, oturmuş bir kültürdür bu. Korku filmi denilen janrı jumpscare ve ani ses
efektlerinden ibaret sanan birçok birey, The Exorcist’te aradıklarını bulamayarak
filme sıkıcı damgasını yapıştırıveriyorlar. Eğer Regan dakika başı kameraya
atlayarak çığlıklar atsaydı, odasında cinler periler top oynasaydı, karanlığın
içinden üzerimize koşan figürler görseydik muhtemelen bu filmin ülkemizde
beğenilme oranı çok daha yüksek olacaktı.
The Exorcist’e bakışım hiçbir zaman “Abi çok korkunç film yapmışlar.”
şeklinde olmadı. Yönetmenin amacının da bu olduğunu kesinlikle
zannetmiyorum. Trajik bir öykünün yoğun gerilim sosuna bandırılması olarak
görüyorum bu eseri. Chris’in Karras’ın omzuna başını koyarak yardım için
yalvardığı sahne bile tek başına bu dramı bana vurucu bir şekilde hissettirmeyi
başarıyor. Dolayısıyla The Exorcist’e müthiş korkacaz ov yeah şeklinde bir
kafayla girerseniz o iş olmaz. Belki en korkunç film değildir ancak en kaliteli
korku filmlerinde ya bir ya iki numaradadır, benden söylemesi.
Etkisini uzun yıllardır üzerimde sürdüren bir yapımdır The Exorcist. Aklıma
geldikçe düşünür, Chris’e ve Karras’a yanarım. Büyük bir konunun küçük
karakterler ve mekanlar içerisinde işlenmesi de belki Exorcist’i Exorcist yapan
şey. Sonuçta koca şeytan şehre inmiş, onunla gerçek manada insanlar da
görebilirdik. Özellikle Hollywood’un bugün geldiği noktayı göz önünde
bulundurduğumda bu minimal sunuş tercihini hem cesurca hem de vizyoner bir
tercih olarak yorumluyorum
Son olarak da içimde kalmasın diye peder Merrin’in taksiyle evin önüne geldiği
sahneden bir bahsedeyim. Gerçi, çok bahsedecek bir şey de yok. Estetiği kendi
kendini anlatmaya yetiyor. Zaten filmin afişi olarak kullanılmasından ve
günümüzde hala sıcak bir şekilde mistik atmosferini korumasından bile başarılı
bir kadraj yakalandığını anlayabiliriz.