The Man From Earth (2007)

Yazar: Erel Destan 

 

01.09.2024

Tarih öğretmeni John Oldman ani bir kararla okulundan ayrılmaya karar
vermiştir. Eşyalarını toplamaya yardım eden ve onunla vedalaşmaya gelen
arkadaşlarını bir arada görünce onların mesleklerinden yola çıkarak ortaya bir
düşünce deneyi atar. Biyolog, arkeolog, din bilimci gibi birçok alanda uzmanlığa
sahip olan insanlar binlerce yıldır hayatta olan bir cro-magnon’un günümüzde
halen yaşıyor olması üzerinde tartışırlar. John ise öne sunduğu teoriler ile hemen
herkesin ilgisini çekmeyi başarır.

John Oldman: Öğretmen John, 10 yıldan uzun süre bir işte çalışmaktan
hoşlanmaz. Özellikle insanlara bağlanmaktan korkar. Koleksiyoncudur. Evindeki
birçok eşyayı hayır kurumuna verecek kadar yardımseverdir. Aynı zamanda
“çılgın” olarak nitelendirilebilecek birtakım fikirleri vardır.
Dan: Bir antropolojist olan Dan, kendi alanını hayli ilgilendiren hayali cromagnon teorisine büyük bir ilgi ile yaklaşır. Kağıt kalemini alarak bu inanılmaz
deneyimin tadını çıkarır. Bu teorinin doğruluğu veya yanlışlığının hiçbir şekilde
ispatlanamayacağını savunur.
Harry: Harry hikayeye en az itimat eden karakter arasındadır. John’u sürekli
dalgaya alır. Hatta reflekslerini kontrol etmek amaçlı ona arkadan saldırmayı bile
dener. Arkeoloji uzmanıdır. John’a karşı anti-hero rolü üstlenmiştir.
Will: Doktor Will Gruber psikoloji profesörüdür. Olaylardan bir gün önce vefat
eden karısı Will’in ölüm kavramına bakışını değiştirmiştir.

John, hikayesine devam ettikçe kurguladığı mağara adamının aslında
kendisi olduğunu iddia etmeye başlar. Burada Dan’in söylediği söz halen
geçerlidir, John hiçbir şekilde yanlışlanamamaktadır. Bugün çevremizdeki
insanların bile birçoğunun 14.000 yaşında olmadığından veya uzaylı
olmadığından emin olmamız gibi bir ihtimal söz konusu değildir. Göz ardı
edilebilecek kadar küçüklük 0 anlamına gelmez. John da bu fikirdedir ve bundan
güç alır. Hikayesine yeni detaylar ekler: Van Gogh, Buda ve nice gezip görülen
yerler.
Ölümsüz mağara adamı konsepti dahiyanedir. Çünkü o odadaki hemen
herkes John’un anlattığı olaylar hakkında bilgi sahibidir. Eski kabilelerin
yaşantısı veya buz devri gibi olaylar çok sayıda tarih kitabında yazmaktadır. John
da bunların üstüne fazla ekleme yapmaz. Sıradan bir insanın kısa sürede
öğrenebileceği bilgiler sıralar. Bu yaptığı ise giderek hikayesini mükemmelleştir.
Çünkü hem oradakileri hem seyirciyi arada bırakır. Eğer kimsenin bilmediği
gerçekleri söylese ve herkesi ikna etse çekiciliği kalmazdı değil mi?
Hikaye en başından beri bir inanç meselesiydi. Belirttiğim gibi en yakın
arkadaşınız bir reptilian olabilir. Veya diş perisi gerçek olabilir. Yokluk
kanıtlamak her daim imkansıza yakın olmuştur. Gerek komplo teorileri gerek
tanrı inancı hususunda yokluğu savunmak inançtan yana durmak demektir.
Varlığın somut kanıtları bulunsa dahi yokluğun kanıtı gibi bir şey yoktur. John
ve Dan bu fikri arkalarına alarak ilerlerler.

Bir yakınını, hem de belki en yakınını kaybetmiş bir kişi ölüme nasıl bakar?
Korkunç, gizemli veya üzüntü dolu olabilir. Ancak bunlardan çok daha baskını
öfkedir. İşte Doktor Will’de bu öfke hissedilmektedir. Karısını ellerinden çekip
alan ölüme karşı öfkelidir.
Öfkesini, yasın her türlü negatif duygusunu kendi içinde yaşamaktadır
Will. Ancak tam bu hassas anın üzerine, ölümle çatıştığı bir günde adamın teki
gelip ölümsüz olduğunu, ölümü yendiğini iddia etmektedir. Will ile empati
kurması zor olmasa gerek.
Doktor Will fevri hareket eder. Cebinden tabancasını çıkararak John’a
doğrultur. Burada düşünürüm ki aslında bu silah ölüme karşı doğrultulmuştur.
Belki de biraz metaforik bir bakış. Will’in kendi içindeki hesaplaşması. Kendisi
de pekala biliyordur ki o silah boştur. 10 yıllık dostunu herkesin içinde öldürme
gibi bir planı yoktur. Sadece çaresizdir.
Ölüm kavramını John üzerinden konuştuğumuzda ise yine farklı bir
pencere açılmış oluyor. John bir sahnede nasıl ölümsüz olduğunu fark ettiğini
açıklıyor. Etrafındaki insanlar, hayvanlar herkes düşmüş ve bir daha kalkmamış.
Uzun yıllar böyle devam eden bir süreçten sonra durumu çözmeye başlamış.
Doktor Will psikolojide yeri olan bir soru sorar: “Tanıdığın herkes öldü,
bu konuda hiç suçluluk hissettin mi?” der John’a. Büyük bir afetten kurtulan veya
çok sevdiği birini kaybeden insanların yaşadığı bir bunalımdır bu. Mantıksal
açıdan bir tutarlılığı olmasa da “Neden o öldü ben ölmedim.” gibi bir düşünce
insani açıdan anlayışla karşılanabilir.
Bu konudaki yorumum John’un her an yalnızlık ve suçluluk hissettiği
yönünde. Yüzüne bakınca gördüğüm şey bundan başkası değil. Donuk ve
düşünceli. Henüz gerçekten mağara adamı olup olmadığından emin olamasak da
gözleri bir şeyler anlatıyor gibi sanki. Ölümsüzlük her zaman hayaliyle yaşanacak
bir olgu değil. Hikayeyi kendi yaşantınıza entegre etmeyi denerseniz neden
hüsran ve acı dolu bir yolculuk olduğunu fark edeceksiniz.

Filmin sonlarına doğru atmosfer değişir. Şömine yakılır, Beethoven’dan 7.
senfoni açılır ve John son oyununu oynar. Buda’dan öğrendiği erdemleri
insanlara yaymaya çalıştığını iddia eder. Belki burada filmin bir film olduğu
gerçeğini göz önünde bulundurmamız gerekecektir. Çünkü tesadüfler silsilesinin
son ayağı belki de en imkansız görünenidir.
İddiaya göre, John insanlara iyiliği öğütleyip durmuştur. 10 Emirde yazan birçok
emirle örtüşen erdemler öğretmeye çalışmıştır. Şamanlık yapıp şifalı karışımlar
hazırlamıştır. Bir süre sonra ise insanlar ona “Tanrı kurtuluştur” anlamına gelen
“Yauşa” ismini koymuştur. Bu isim Yunancaya “İyeysus” olarak geçip zamanla
değişerek “Yeysus” ve “Jesus” olarak günümüze kadar gelmiştir.
Burada işler son derece kızışmaya başlıyor. Edith hariç tüm dünleyiciler
hikayenin büyüsüne kapılmış haldedir. Ancak koyu bir Hıristiyan olan Edith sert
çıkar. “Sen İsa değilsin” diye tekrarlar. Fakat burada taraflı düşünür.
İşin aslı filmimizin evrenine göre şu şekildedir: Evet, Hz. İsa olarak anılmaya
başlanan bir insan vardır. Ancak ne bu insanın annesi bakiredir ne bebekken
konuşmuştur ne de ölüleri diriltmiştir. Sadece uzun yıllar yaşamış sıradan bir
insandır. Etrafına iyilik dağıtmaya çalışan temiz kalpli bir adam. Fakat dünya
halkı abartmaya bayılır. Kulaktan kulağa geçen söylentiler muazzam bir hızla
büyür. İlki şifalı otlardan bahseder, ikincisi bunu sihir olarak aktarır, üçüncüsü
ise onu körlerin gözünü açan, göğe yükselen bir peygamber olarak tanıtır.
Söylenti böyle büyümüştür. Oysaki en başa döndüğümüzde sadece ahlaki eğitim
almış bir mağara adamıyla karşılaşırız.
Geçmişin hikayeleri, destanları da benzer şekilde işler. Her yeni kulak bir yeni
abartı demektir. Belki adı geçebilecek hikayeler bu denli büyük bir deformasyona
uğramaz. Yine de belki her birinin temelinde yalnızca başka bir John vardı.

Her birimiz dev prodüksiyonlu yapıtlar izlemişizdir. Epik film denince akla
gelen ilk örneklerden biri olan Ben-Hur gibi. Veya yaklaşık 400 milyon dolarlık
yapım maliyeti ile Pirates of The Caribbean: on Stranger Tides gibi. Evet ciddi
manada para harcanan filmler göze doygunluk hissi verebilir. Efektleriyle,
profesyonel oyuncularıyla, koca ekiplerin tasarladığı setleriyle seyirciyi etki
altına alabilirler. Ancak her şey para değildir. Yüz milyonlar harcanan birçok
filmin The Man From Earth’ün yarısı kadar bile dolu olduğuna, içine en ufak bir
ruh katıldığına inanmıyorum. Filmimizin bütçesi yaklaşık 200.000 dolar
civarıdır. Muhtemelen bunun önemli bir kısmı da set ekibi ve oyunculara
gitmiştir. Çünkü anlayacağınız üzere herhangi bir aksiyon sahnesi, efekt veya
kaliteli ekipmanlar kullanılmamıştır. Handycam kameraya benzer bir model olan
camcorder kamera ile çekilmiştir. Bu nedenle yakın döneme ait bir film olsa dahi
görüntü kalitesiz, hatta kumlanmış görünür.
Genellikle filmler olduğundan çok daha uzun çekilir ancak montaj
masasında bir kısmı atılır ve kılçıksız hali bize sunulur. Ancak The Man From
Earth’te bu durum söz konusu değil. Yönetmen Richard Schenkman’ın
kafasındaki vizyonun tam olarak oturmuş olduğu bu örnekten bile belli oluyor.
Ne eksik ne fazla.
Filme havasını katan önemli etkenlerden biri ise şüphesiz ışıklandırma.
Aydınlık bir havada başlayan film, giderek bu ışığı kısmaya başlıyor. İlk önce ev
ortamına geçiyoruz, loş bir aydınlatma ile. Ardından işler derinleştikçe hava da
kararmaya başlıyor.
Aslında burada bir duralım. Filmde neredeyse aralıksız bir sohbet
izlediğimiz için bu kısım ya yönetmenin gözünden kaçtı ya da kasıtlı bir tercih.
Sabahın ilk ışıklarıyla açılan film creditsi çıkarırsak 1 saat 23 dakika civarı
sürüyor. Ancak son sahneye geldiğimizde hava tamamen kararmış. Bu basit
detayın önemsenmeyeceğine pek inanasım gelmediği için kasıtlı bir tercih
olduğunu düşünmekten yanayım. Devam edelim.
Hava karardıkça loş lambalar daha gizemli ve egzantrik bir ambiyans
yakalıyor. John’a deli gözüyle bakmayı bırakıp dediklerine anlamaya çalışan
seyirci ile birlikte sahnenin John’un üstüne vuranlar hariç tüm ışıkları kesilmiş
gibi oluyor. Özellikle sonlara doğru tüm ışıkların söndürülüp yalnızca şömine
ışığı ile aydınlatılmaya başlandığında ise zaten John almış başını yürümüş oluyor.
Son olarak da filmin sunuşundan bahsedelim. Bildiğiniz üzere eserimizin
neredeyse tamamı tek mekanda geçiyor. Kimi seyirciye sıkıcı gelebilecek, belki
bu sebeple gözlerini korkutmuş ve önyargıya kapılmalarına sebep olmuş
olabilecek bir konsept. Bir grup insanın sohbeti kimilerine sıkıcı gelebilir, doğal
olarak. Ancak eminim ki birçok seyirciye göre durum böyle değil. Olaylara
bambaşka yaklaşan karakterler ile ilerleyen ve seyirciyi de her an düşünmeye iten
bir sohbet hem samimi hem de ilgi çekici hissettiriyor. Belki kendi kişilikleri pek
ön planda değil, yine de odaklandığımız kısım düşünce sistemleri ve bu sistemler
başarılı şekilde aktarılmış.
Hikayenin sona kadar abartmadan, rahat ve destekli bir şekilde ilerlemesi
sağlıklı bir durum. “Ben aynı zamanda roma imparatoruydum, ben aynı zamanda
uzaya ilk çıkan insanım.” gibi kesinlikle yanlış bir yola girmek tercih edilebilirdi.
Neyse ki bu konseptlerden uzak durulmuş. Sade bir anlatım ile karışık, bir o kadar
da basit bir sunum yapılmış.

Gelelim filmde olumsuz bulduğum en önemli yere. Elbette dramatik bir son.
Hatta çarpıcı. Tüm gizem açığa kavuşuyor ve rahatlıyoruz. Meğer gerçekten de
John doğruyu konuşuyormuş. İlk izlediğim anda beni tatmin etse de kısa süre
içerisinde bu sonun filmin geri kalanından bağımsız, temel alınan fikre saygısızlık
olduğunu hissetmeye başladım. Çünkü bu filmin beni büyüleyen kısmı sona kadar
yaşattığı belirsizlikti. Gerçekten elde hiçbir kanıt olmayışıydı. Fakat sonda ani bir
şekilde neyin ne olduğu yüzümüze vuruluyordu.
Belirsizlik hissi ayarı tutturulduğu zaman hoştur. Bunun en popüler örneği
herhalde Inception(2010) filminin sonudur. İzleyenlerin hatırlayacağı üzere en
sonda seyirci bir ikileme sokulur ve yönetmen Nolan bu ikileme cevap vermek
yerine filmi bitirir. Hoş bir belirsizlik örneği. Gelgelelim The Man From Earth
filminde de “John sosyal bir deney mi yapıyor, farklı bir amacı mı var; yoksa
hakikatten bir mağara adamı mı? Peki mağara adamıysa dediklerinin ne kadarı
doğru?” benzeri sorular soruyoruz. Filmin büyüsü de tam olarak burada işte.
Belki de yönetmenin aklında bir sonraki film olan The Man From Earth:
Holocene(2017) için hazırlık yapmak vardı. Bu nedenle böyle aykırı bir son
yaparak 2. filmin önünü açmak istedi. Veya yalnızca bu sonu uygun gördü. Benim
gözümde filmin kalitesine hafif bir kötü etkisi olsa dahi genele vurduğumuz
zaman fazla dikkate alınacak bir husus değil.

Tek mekan filmlerine bayılırım. Özellikle 12 Angry Men(1957) ve The
Rope(1948) bu janrada tam anlamıyla hayran olduğum filmler. The Man From
Earth’ü keşfettiğimde de bu sebeple beklentim yüksekti ve bana beklentimden de
fazlasını verdi. Indie film olmasının getirdiği ufak kusurlar bulunsa dahi
birçoğunu filme ayrı bir tat katan unsurlar olarak görüyorum. Film kuramı,
prodüksiyon kalitesi veya otoritelerin tutumu bir yana, The Man From Earth
açıkça farklı bir deneyimdi. Filmi açıklayabileceğim en iyi cümlenin de bu
olduğu kanaatindeyim: Farklı bir deneyim. Üzerine konuşmaktan keyif
duyduğum ve daha fazla insana ulaşmasını arzuladığım bir yapım. Umuyorum ki
ülkemizde de standartların dışında hareket eden vizyoner ve idealist bakış açısına
sahip filmcilerin sayısı her geçen gün artar. Sevgilerim, saygılarımla.