The Time Machine (1960)
Yazar: Erel Destan
01.09.2024
1900’ün başında, akşam yemeği için arkadaşları tarafından beklenen
George; üstü başı dağınık, kan ve pislik içinde odaya giriş yaparak ilgileri
üzerinde toplar. Merak içinde olan arkadaşlarına zaman makinesi icadını beyan
ederek minik bir prototip olarak önlerine sunar.
Zamanda yolculuk fikri gerek bilimkurgu severlerin gerek bilim
insanlarının her daim kafasını kurcalayan bir konsept olmuştur. Nasıl ki uzay
düzleminde ileri ve geri gidebiliyorsak, zaman düzleminde neden ileri geri
gidemeyelim ki? Filmin uyarlandığı roman olan The Time Machine An
Invention(1895) ise bu fikri edebiyata döken ilk eserlerden biri olarak bir dönüm
noktası konumundadır.
Roman ve dolayısıyla filmimiz, zamanda yolculuk konseptini sert
bilimkurgu toplarına girmeden, olabildiğince sadece ve anlaşılır şekilde işlemeyi
tercih ediyor. Ne Back to the Future(1985) gibi geçmişe giderek işleri paradoks
boyutuna getiriyor, ne de Primer(2004) gibi kafamızı allak bullak ediyor.
Anlatılan hikaye basit bir macera öyküsünden ibaret olsa da bu konsepti geliştirip
popülerleştiren ilk yapıtlardan biri olduğunu unutmamamız gerekiyor
Dünya değişiyor. Filmin anlatmak istediği mevzu da bu. Değişen moda,
teknoloji, hayatın ta kendisi gibi faktörlerin gelişimini gözlemleyen George’un
mütevazı, ancak bir o kadar da dolu yolculuğu.
Seyirci olarak birçoğumuz düşünmüşüzdür: Ben Dünya’daki tüm zamanı
ellerimin altında bulundursam nereye giderdim diye. 1 ay önceye gidip loto
oynamak gibi basit fikirlerin yanı sıra, tarihi figürlerle tanışmak veya tarihteki
dev bir olayın içinde bulunmak gibi daha geniş vizyonlar ile yaklaşabilirsiniz bu
soruya. Veya geçmişle hiç uğraşmayıp aynı George gibi gelecekteki
insanoğlunun geldiği noktayı deneyim etmek isteyebilirsiniz. Şahsen ben, tüm
film boyunca kendi zaman yolculuğumu düşünüp durdum. Bu noktada yönetmen
George Pal’ın eli sıkılması gereken insanlardan biri olduğunu düşünüyorum.
Ancak, işi daha gerçekçi boyutuyla incelemeye başladığımız vakit film
hakkında pek de olumlu konuşamamaya başlıyoruz. Aynı The Fly(1986)’da
olduğu gibi sıradan bir mucit akıl almaz bir icat yapıyor ve yaptığı icadın sıra
dışılığını aktarmakta yetersiz kalıyor. Zaman makinesi belki de insanlığın hiçbir
zaman üretemeyeceği bir alet. Ancak George, kendi evinin laboratuvarında
üretmeyi başardığı bu aleti sanki günlük, sıradan bir işmiş gibi pazarlıyor.
Geleceğe yolculuk etmeye başladığında arabayla başka bir ülkeye seyahat
ediyormuştan farkı yok. İkinci Dünya Savaşı’na şahit olurken bile herhangi bir
tepki vermiyor sayılır. Kendi zamanında icat bile edilmen uçakların birbirilerine
mermiler sıktığını görse de “Aa, gelecek de böyle bir yer demek ki” minvalindeki
düşüncelerin ötesine geçemiyor. Uçuk bir konsept bile olsa karakterlerin gerçekçi
olmasını önem sırasında en üstlere yerleştirdiğimden, filmin büyüsü hafif hafif
bozulmaya başlıyor.
Filmin kendisinden çıkıp kamera arkasına yoğunlaşalım biraz da. Klasik
bilimkurgu filmlerinin efektlerinin hastasıyım. Forbidden Planet(1956) veya The
Invisible Man(1933) gibi filmler hakkında okuduklarım beni büyüler.
İmkansızlıklar ve kısıtlı bütçelere rağmen işini layıkıyla yapmaya inat etmiş
yönetmenler, özel efektin yok denecek kadar sınırlı olduğu bu dönemlerde
ellerinden geldiğince pratik efektlere yoğunlaşarak göze şu an bile hoş gelen
eserler çıkarabilmişlerdir.
Öncelikle pratik efektten bahsedelim. Geçmişi sinema tarihi kadar eski
olan bu efekt çeşidi, sonradan ekleme özel efektlerin aksine doğrudan doğruya
kamera önünde uygulanan efektlerdir. A Trip to the Moon(1902) ve şahsi favorim
The Great Train Robbery(1903) kısa filmlerinde kolaylıkla pratik efekt
kullanımını sezebilirsiniz. Kostüm, makyaj, prostetik, kamera hileleri gibi
tonlarca film unsuru pratik efekt kapsamında incelenir. Nispeten daha popüler bir
film olan The Wizard of Oz(1939) neredeyse baştan aşağı bunlarla donatılmıştır.
İşin özü, pratik efekt emektir. Filmi daha gerçekçi ve kalıcı kılmak için
harcanan çabadır. Filmimize dönersek, asıl öne çıkan pratik efekt tekniğinin stop
motion animasyon olduğunu görebiliriz. Zaman makinesinin geleceğe gidişinde
çevrenin değişi stop motion ile sağlanmıştır. Eğer bir stop motion animasyonun
kamera arkası görüntülerini izlediyseniz bu işin ne kadar büyük zorluklar
içerdiğini anlamışsınızdır. Kendisi halihazırda bir stop motion sanatçısı olan
George Pal, bilgisini filminde son derece efektif kullanmıştır. Time lapse
çekmekten ziyade bu haliyle kalması daha eksantrik bir görüntü oluşturuyor.
Hoşuma giden bir diğer sahne de gözünüzden kaçmayacağını düşündüğüm
maket kullanımı. Yanardağ patlaması sonrası sokaklarda akmakta olan lav,
eminim ki o dönem izleyicileri için akıllarda yer eden bir görüntü olmuştur.
Harabeye dönmüş şehrin yıkık dökük kalıntıları, üzerlerinden akacak olan lav ile
iyice beter bir konuma düşecektir. Set ekibi takdir edilesi bir başarı göstermiş
olsalar dahi nesnelerin birbirlerine göre boyut oranlarını tam
ayarlayamadıklarından dolayı gözde estetik olmayan bir görüntü oluşturuyor.
Biraz dikkatli baktığımız zaman ise sahnenin bir maket üzerinde çekildiğini
algılıyoruz.
Son bahsetmek istediğim konu ise makinenin ta kendisi. Makineyi
çalıştıran kol hariç neyin ne işe yaradığını açıklamaya tenezzül dahi
etmemelerinden ötürü benim için bu kısım büyük bir eksi. Sonuçta bu uydurma
bir makine, “Şurası zaman bükücü, şurası dördüncü boyut açıcı, şurası kozmo
bilmem ne” şeklinde bir anlam ifade etmeyen lafları söyleselerdi bile hoşuma
giderdi. En azından bir çaba olduğunu söylerdim. Ne de olsa Doktor Emett Brown
“Zaman kapasitörü” deyince hiçbirimiz laf etmiyorsak, bu filme de etmezdik.
İşlev konusunda kolaya kaçıldığını söylesem de tasarım olarak tam tersini
söyleyeceğim. Gördüğüm en ikonik film proplarından bir tanesi kesinlikle bu
zaman makinesiydi. Takdir edersiniz ki fazlasıyla orijinal bir tasarıma sahip,
orijinal olmasını ise arkasında bulundurduğu büyük diske borçlu olduğu
kanısındayım.
-Filmin son hayatta kalan oyuncusu Weena karakterini canlandıran Yvette
Mimieux’un 2022’de vefat etmiştir.
-Ünlü yönemen Guillermo del Toro’nun favori filmidir.
-Yanardağ patlama sahnesindeki lavlar aslında gıda boyasıdır.
-David Filby ve oğlu James Filby karakterlerinin ikisini de Alan Young isimli
aynı aktör canlandırmıştır.
-Gremlins(1984) filminde Randall’ın karısı Lynn ile telefonda konuştuğu
sahnede arkada zaman makinesi görülür. George’un ileriye giderken Gremlin
istilasının da içinden geçtiğini anlayabiliriz.
-Aynı zamanda The Big Band Theory dizisinin 1. sezon 14. Bölümünde de
makineye yer verilmiştir.
-Yüzüklerden ses çıkması orijinal kitapta yoktur.
-Zaman makinesinin kızağa benzemesinin sebebi yönetmen George Pal’ın
çocukken kızaklara olan düşkünlüğünden kaynaklanmaktadır.
-Kitapta ana karakterin ismi geçmez ancak hem yazar H.G. Welles hem de
George Pal’ın isminden yola çıkarak karaktere George ismi koyulmuştur.
-Kitapta Eloi halkının çok kısa olduğundan bahsedilir. Dönem şartları insanları
bu kadar küçültmeye elvermediğinden oyuncu olarak olabildiğince kısa kişiler
oynatılmıştır.
Filmin bir eleştiri etrafına kurulduğunu söylesem herhalde yanılmam.
Şimdi bu eleştiriyi eleştirerek biraz eleştriception yapmayı deneyelim.
Nedense, geleceği hep mavi hayal ederim. Herhalde filmlerin de bunda
etkisi vardır. Her şey mavi ve beyazdan oluşacak, devasa cam küreler ve
gökdelenler. Belki etrafta uçan robotlar vesaire. Muhtemelen George da buna
benzer bir gelecek görme umuduyla makinesini kullandı. Karşılaştığı manzara ise
insanlığın sonu gibiydi.
Hiçbir insan çalışmıyor, hiçbir insan araştırmıyordu. Hepsi düşünmekten
yoksun ot yığınlarıydı. Öyle ki akıntıya kapılan ve boğulmak üzere olan
arkadaşlarını kurtarmak için bile harekete geçmiyorlardı. Kolay zamanlar
gerçekten de güçsüz insanlar yaratmıştı. Şimdi ise güçsüz insanlar zor zamanları
yaratmaya başlıyordu.
İkinci yarıda yapılan eleştiri birçok okumaya zemin oluşturuyor. Bunlardan
birkaç tanesinden bahsetmeyi denersek bana en mantıklı gelenlerden bir tanesi
tembel ve işe yaramaz insan eleştirisi olduğu yönünde. Geleceğin insanları kitap
bile okumayıp yalnızca keyiflerine baktıklarından ötürü Morlock denen bir ırk
tarafından sömürülerek canlı canlı yenmektedir. Zayıf bir toplumun giderek
çökeceği ve daha güçlü bir yapının boyunduruğu altına gireceğinden
bahsedildiğini düşünüyorum.
Vaziyetin bir teknoloji eleştirisi olduğunu da varsayabilirsiniz. Ne de olsa
nükleer savaştan sonra insanların çoğu yok oldu ve hayat komple değişti. İnsanlar
olarak fazla ileri gittik. Silahlar, bombalar, tanklar icat ettik ve kendi sonumuzu
getirdik. Önü kesilemeyen silah çılgınlığı, milyonlarca yıllık insan
hükümdarlığını sonunu getirdi. Artık insanlar basit birer avdan başka bir şey
değil.
İlk izlediğimde aklıma kazınan ve bugün gördüğümde tekrar ayakta
alkışlamak istediğim kütüphane sahnesi, filmin ikinci yarısını tek başına
özetliyor. Hatırlarsınız, George geleceğin insanlarından bilgi alamayacağını fark
edince “Kitaplar, onlar sizin hakkınızda her şeyi anlatır.” dedikten sonra
kütüphaneye gidiyor. Ancak karşılaştığı manzara vahim. Kitaplara belki
yüzlerce, belki binlerce yıldır dokunulmamış. Hepsi eskimekten toz yığınlarına
dönmüştür. George’un bu kitapları kurcalarken söylediği söz ise şairane: “Evet,
gerçekten sizin hakkınızda her şeyi anlatıyorlar.”
Filmin büyük falsosu olarak gördüğüm dövüş sekansına geldiğimiz vakit
ağzımın tadı kaçmaya başlıyor. Aksiyonun her dönem olduğu gibi o dönemde
seyirci çektiği yadsınamaz bir gerçek. Hele hele farklı ırkların dövüştüğü “epik”
bir aksiyon sahnesinin potansiyeli yüksek olabilir diye düşünülmüştür. Ancak
The Time Machine’in bunu kaldıracak bir yapım olduğunu düşünmüyorum.
Özellikle morlock tapınağının Fallout 2’den hatırlayacağınız Temple of Trial’a
olan benzerliği ve ortamın bana wasteland atmosferi katmasından ötürü son
sahnenin de Fallout 1’in sonunda karşılaştığımız Master’ı andıran zeki ve
konuşulabilir bir morlock görmek isterdim. George ve bu Master-Morlock’un
insanlık hakkında yapacakları yarı felsefik yarı bilim kurgusal konuşmanın
ardından kapanış sekansına geçebilirdik.
Orijinal eserin halihazırda yazılmış bir roman olduğunu belirterek bana
karşı çıkabilirsiniz ancak kitapta bu sahne filmde olduğu gibi işlenmiyor.
Morlocklara karşı ateş ile mücadele etme sahneleri elbette mevcut ancak
kesinlikle filmde izlediğimiz kadar abartı ve komik seviyede değil.
Saf kötü düşman kimi zaman ilgi çekici olabilir. Jaws(1975)’taki köpek
balığı veya Alien(1979)’dan Xenomorph gibi. Bu düşmanlar masaya oturup
pazarlık yapılacak karakterler değildir. Karşı karşıya geldiğinizde ikinizden biri
öleceksinizdir. Örnek verdiğim filmler “İletişim kurulamayan düşman” fikrini
kanımca son derece başarılı işleyen filmlerdir. Buna karşın dengesiz kötülerden
ziyade Hannibal Lecter(Silence of the Lambs) veya Jack Torrance(The Shining)
gibi karakterler benim için çok daha ilgi çekicidir. The Time Machine filminden
de en sona kadar böyle bir beklentim vardı. Gerektiği yerde orijinal eserin dışına
çıkıp inisiyatif kullanarak daha akılda kalıcı bir final beklemiştim. Bu noktada
tadım damağımda kaldı.
Zayıf noktasının çok olduğunu düşünsem de The Time Machine beni fazlasıyla
eğlendiren ve saygımı kazanan bir yapım oldu. Zayıf bulduğum noktaların
kostümlerin sahteliği veya özel efekt kullanılmaması gibi şeyler olduğunu
zannetmeyin. Diğer yazılarımı okuyanlar bu eskilik hissiyatını ne kadar
sevdiğimi ve aradığımı görecektir. Zayıflığın temel sebebi boyundan büyük işlere
kalkışmak. Zaman yolculuğu işlemek her yiğidin harcı değildir. Bu nedenle
bilimkurgu damarlarımın hiç tatmin olduğunu söyleyemeyeceğim. Ancak
bilimkurgu haricinde filme verilen emek ve ortaya çıkan işe bakışım olumlu.
George’un araba gördüğünde şaşırıp arabanın üzerine doğru yürümesi veya
yazıda da bahsettiğim kütüphane sahnesi gibi etkileyici sahneleri içerisinde
bulunduran bu yapımın herkese hitap etmeyeceğini düşünsem de özellikle klasik
bilimkurgu severlerin kaçırmaması gereken bir yapı taşıdır. Bizden bu kadar,
sağlıcakla.