Joker (2019)

Yazar: Erel Destan 

 

20.06.2022

        Adını duymayanın kalmadığı, palyaço denilince akla gelen ilk isim olan ve anarşinin en büyük kurgusal karakterlerinden biri olan Joker’in, nasıl delirdiğine ve Gotham’ı da kendisiyle birlikte dibe çektiğini izliyoruz bu filmde.

          Arthur Fleck’in bir psikolojik bozukluğu vardır. Hislerle alakasız, ani ve kontrolsüz kahkahalar atmaktadır. Aynı zamanda palyaçoluk yapan Arthur, yaşayacağı talihsiz ve trajik olaylardan sonra kaçınılmaz bir şekilde “Joker” ismine laik görülecektir. Yönetmen Todd Phillips’in şaheserinde bu dönüşüm, aceleye getirmeden yavaş yavaş anlatılmış ve seyircinin bir psikopatla bağ kurması başarılmıştır.

Elbette bilmeyen yoktur ki Joker karakteri DC çizgi romanlarında karşımıza çıkmış ancak romanlarla sınırlı kalmayıp kendisine ait dev bir kültür oluşturmayı başarmıştır. “İnsanı delirtmek için tek bir kötü gün yeter.” Diyen karakter, neredeyse her yapımda bu sözün arkasında duruyor. Ancak merak ettiniz mi, 2019 yapımı olan Joker nereden ilham aldı?

        1982 yılına gidiyoruz, yani dev yönetmen Martin Scorsese’nin en popülerlerinden olmasa da en iyi filmlerinden biri olan King of Comedy filmine. Joker ve King of Comedy’i izleyenlerin aklında bu iki filmin ne kadar bariz bir benzerlik içerdiği sorusu oluşmuştur elbette. İkisinde de bir komedyen, kendisine bir idol belirliyor ve onun gibi olmak istiyor. Ancak bu yolun sonunda çizgiyi aşıp geri dönülemez hatalar yapıyorlar. Joker filmini seven herkese King of Comedy filmini de seveceklerini garanti ederim. Şimdiden iyi seyirler.

Film çıktığından beri süregelen o tartışma: Hangi oyuncu bu rolün altından daha iyi kalkmış? Elbette bu sorunun kesin bir cevabını vermek mümkün değil. Hatta en iyisinin bu iki oyuncudan biri olduğunu söylemek bile mümkün değil. Ancak tamamıyla öznel cevapları olan bu soruyu biraz irdelemeyi deneyelim.

        Ekran sürelerinden başlayalım. Batman: The Dark Knight filminde Joker’in ekran süresi herkesi şaşırtmaya yeter. 33 Dakika. İzleyen bütün seyircileri etkilemeyi başaran bu performans toplam sadece 33 dakika mıydı? 33 dakikada böyle bir iş başaran Heath Ledger, bir de kendisini odak noktasına alan bir Joker filminde oynasa efsane olmaz mıydı? Elbette bunu Joker hayranları olarak çok isterdik ancak kendisi daha Batman filmi vizyona bile girmeden aşırı doz uyuşturucudan hayatını kaybetmiştir.

        Öbür yanda Joaquin Phoenix ise filmin ana karakteridir ve iki saat boyunca çizgisini hiç bozmadan hayranlık uyandıran bir performans sergilemiştir. Tam bir metot oyuncusu gibi kendisini rolüne teslim etmiş, kilo vermiş ve çekim sürecinde neredeyse kimseyle doğru düzgün muhatap olmamıştır.

        Oynadıkları karakterler olarak da aslında bu ikili bir hayli farklılık gösteriyor. Heath Ledger’ın Jokeri tam anlamıyla deli, eğlence için hastane patlatan, yaptıklarının sonucunu düşünmeyen bir karakterken, Joaquin Phoenix ise bu palyaçonun dramatik, daha az deli ancak daha vurucu taraflarına hayat vermiştir.

        Peki Dark Knight olmasaydı, bugün Joker filmi diye bir şey olur muydu? Büyük ihtimalle olmazdı, olsa da bu kadar popüler olamazdı. Heath Ledger Joker karakterinin herkesin dilinde dolaşmasını sağlamış, Joaquin Phoenix de kendisine devredilen bu mirası daha da ilerleterek başarısına başarı katmıştır.

        Uzun lafın kısası, hangi oyuncunun daha başarılı olduğunu düşünürseniz düşünün, ikisinin de Joker karakteri üzerinde büyük etkileri olduğu yadsınamaz bir gerçek. Yeri gelmişken söyleyeyim, bu yazarın favorisi Joaquin Phoenix. Belki başka bir gün sadece bu oyuncuya özel başka bir metinde tekrar görüşürüz.

Ve geldik bu şaheserin gözlerimizi bayram ettiren mükemmel sinematografisine. Öncelikle genel olarak loş ışık kullanılan film, gözü pek yormuyor, aksine diğer detayların daha çok göze çarpmasına olanak sağlıyor. Örneğin set dizaynı. Dikkat ederseniz kısa veya uzun herhangi bir sahnede setler dolu dolu bu filmde. Kadrajda gözüken görüntü ise bu sayede daha doygun, daha derin, daha tatlı olmuştur.

        Joker filminin herhangi bir sahnesinden alacağınız bir fotoğraf karesi, rahatlıkla arka plan yapılabilecek düzeyde kalitelidir. Bu konuda görüntü yönetmeni Lawrance Sher’in elini sıkmak gerek kuşkusuz. Gölge kullanımı, kapanıp açılan ışıklar, sahnenin tonuna göre çok doğru seçilmiş filtreler ve daha birçoğu filme kusursuz bir şekilde yerleştirilmiş.

        Kostüm ve makyaj tasarımı ise açılması gereken ayrı bir parantez. Karakterin pek şaşaalı bir makyajı veya kıyafeti yok elbette. Ancak kişiliğine en iyi oturanın bu olduğunu düşünüyorum. Diğer Joker karakterlerine göre biraz daha renkli elbette, çünkü kendisi henüz tam anlamıyla dönüşümünü tamamlamış değil. Murray Franklin Show’a da eğlenceli ve renkli bir kişilik olarak çağırılıyor ne de olsa.

        Ve son olarak kamera açıları. Az önce bahsettiğim gibi her set birbirinden dolu ve bu özellik kamera açılarıyla birbirlerini mükemmel tamamlıyorlar. Genelde stresi arttıran, boğucu bir atmosfer hakim filme. Bunun belki de en önemli sebebi kamera açıları. Metro veya Murray’nin stüdyosu gibi sahnelerde kamera çoğunlukla Arthur’a olabildiğince yakın oluyor, kadrajın çoğunda kendisini gördüğümüz zaman ise Arthur’un içinde bulunduğu rahatsızlık, bizi de aynı şekilde içine alıyor.

Koulrofobi de denen bu korku pekala yaygın bir fobidir. Peki tek amaçları diğer insanları eğlendirmek olan, paralarını bu sayede kazanan palyaçolar nasıl oldu da korku filmlerinde bile yer alacak karakterlere dönüştüler?

Belki de birçoğunuzun duyduğu üzere insan beyni ne olduğunu anlayamadığı şeyden, bilinmeyenden korkar. Karanlık korkusu (Niktofobi) bunun en iyi örneğidir. Palyaço korkusunun da temelinde bu yatar. Tonla makyajın altında bir insan olduğuna inanmak bile zor gelir bazen. Hele ki palyaço bir de tuhaf hareketler sergiliyorsa, korku üstüne korku koyabilir. İnsan beyni, tam olarak algılayamadığı bu kişilerin dost mu düşman mı olduğundan emin olamaz ve otomatik olarak savunma moduna geçer. Elbette bu herkeste olmaz, bazılarımız palyaçolara alışmış ve onları dost olarak bilirken, çeşitli sebeplerden dolayı bazı kişiler onları uzak durulması gereken kimseler olarak düşünebilirler.

Stephan King’in yazdığı “O” isimli roman ise bu korkuyu en iyi işleyen yapıtlardandır. Katil palyaçonun şehre dadanması, zaten bu korkuya sahip olan herkesin tüylerini diken diken etmeye yeter.

Konu Joker’e gelince de işler pek farklı değil aslında. O renkli görünüşünün altında yatan cani ve vahşi kişilikten doğan zıtlık, elbette korkunç gelecektir hepimize. Makyajsız bir Joker olsa, onu bu kadar sevebilir miydik?

Arthur Fleck: Psikolojisi zaten çökmüş olan Arthur’un git gide daha da dibe vurmasını izliyoruz filmde. Annesiyle yaşayan ve sefalet içinde yüzen Arthur’un bir palyaço olduğundan bahsetmiştik. Aynı zamanda ise bir stand-up komedyeni. İnsanlar ona gülüyor, evet, ama onun şakalarına veya hazırcevaplığına değil; insanlar onun kendisini nasıl rezil ettiğine, başarısızlığına gülüyorlar. Bir komedyen için acınası bir durum.

Murray Franklin: Yaptığı komedi şovuyla Gotham’ın Cem Yılmaz’ı olmuş Murray, Arthur’un idolüdür. Kendisinin yapacağı bazı şeyler ise Arthur ile yollarını kesiştirecektir.

Penny Fleck: Arthur’un annesi olan Penny, ilk başlarda oğluna “Mutlu” diye hitap etmesiyle gözümüze sevecen bir karakter olarak yansısa da, hakkında öğreneceğimiz gerçekler ile sert bir düşüş yaşayacaktır elbette. Kendisi ve oğlunu sefaletten kurtarabilecek tek kişi olarak da şehrin para babası Thomas Wayne’i görmektedir.

Randall: Çevresine, özellikle de iş arkadaşı Gary’e karşı tutunduğu tavırla öne çıkan Randall, Arthur’un da geri dönülemez noktayı geçmesinde en büyük etkenlerden biridir.

Gary: Soyadı bilinmeyen sevecen cüce karakter, Arthur’a kötü davranmayan tek karakterdir. Bu düzgün kişiliği ilerleyen kısımlarda kendi işine yarayacaktır.

Bu bölümden sonrası spoiler içerir.

Her başarılı adamın arkasında bir kadın vardır, bu hikayede ise başarısız bir adamın arkasında bir kadın var: Penny Fleck.

Thomas Wayne, Arthur’a annesinin bir deli olduğunu söyleyince işin rengi değişmeye başlar. Arthur elbette durumu kabullenmez ve akıl hastanesinin yolunu tutar. Annesinin evraklarını zorla aldıktan sonra okumaya başlar ve şoka girer. Thomas Wayne haklıydı, annesi gerçekten de deliydi.

Raporu okudukça kendisinin neden bu durumda olduğunu da anlar. Penny şiddete son derece eğilimli bir ebeveyndi. Arthur’un gerçek annesi olmadığı için ona resmen bir mal gibi davranıyordu. Onu kalorifere bağlıyor, kafasına sert darbeler vuruyordu. Rapordan öğrendiğimiz üzere bu darbeler öyle sertti ki, Arthur’da kalıcı beyin travmalarına yol açtı. Annesi onu ne kadar çok döverse dövsün ağlayamıyordu. Sadece gülüyordu ve gülüyordu. Penny bu darbeleri atmasaydı oğlu düzgün bir yaşam sürebilir, deli bir katile dönüşmeyebilirdi.

Murray sadece seyircilerini eğlendirmek ve rayting kazanmak uğruna Arthur’un stand-up’ıyla dalga geçtiğinde, bunun hayatında yaptığı en büyük hata olduğunu bilemezdi elbette.

Hayranı olduğu adamın kendisiyle dalga geçtiğini; tüm şehre, belki de ülkeye rezil ettiğini gören Arthur’un nefreti hızla yükselir. Joaquin Phoenix bu nefreti kameralara öyle bir yansıtır ki, akıllarda tek bir soru işareti bile kalmaz. Joker kızmıştır, hem de çok. Her ne kadar ilk başka “Hayır, hayır.” Diyerek bu sevdiği adamın kendisine attığı kazığı kabullenmek istemese de, çok geçmeden Murray onu şovuna davet edince bu aşağılamaya dayanamaz ve plan yapmaya başlar.

Kanepesinde oturup büyük gece için hazırlanırken ilk aklına gelen şey tüm o insanların önünde kendi hayatına son vermektir. Defterine yazdığı “Umarım ölümüm, yaşamımdan daha anlamlı olur.” Sözünün hakkını verecek bir son hazırlıyordu kendisine. Ancak zamanla bütün şehrin onun yarattığı anarşiyi takip ettiğini, palyaçoyu bir simge olarak gördüklerini fark ettiğinde planlarını değiştirir. “Ölmesi gereken kişi ben değilim, o!” diye düşünmüştür.

Murray, Arthur ile dalga geçerken kendisinden “Joker” diye bahsedip bu unutulmaz ismin temelini atmıştır. Arthur da şova çıkmadan önce Murray’e “Beni tanıtacağın zaman Joker olarak tanıtır mısın?” demiştir. Önceki programda dalga geçtiği adam, bu sefer aynı kimlikle intikamını alacaktır çünkü.

Şov başladıktan bitene kadar olan sekansta, tarihte görülmüş belki de en iyi performanslardan birine şahit oluruz. İşinden atılmış, sefalet içinde yüzen, psikolojik bozuklukları olan ve en önemlisi gururu kırılmış bir adam, öylesine güzel yansımıştır ki kameraya hayran olmamak elde değildir.

Joker son şakasında ise Murray’i son yolculuğuna uğurlar, “You get what you fucking deserve!” ile biten konuşması ise hepimizin aklında yer etmiştir eminim. Artık halkın gözünde de bir yol gösterici olmayı başarmıştır.

Gotham, bilindiği üzere çürümenin eşiğinde olan bir şehirdir. Şehri istila eden fareler, her bir köşede işlenen suçlar ve ipleri elinde tutan zenginler ile yaşanılacak gibi bir şehir değildir. Ancak bir gün gelir ve deli bir palyaço her şeyi değiştirecek isyanın ilk kıvılcımını ateşler: Thomas Wayne’in üç adamını öldürmek.

        Gotham halkı manipüle edilmeye öylesine alışmışlardır ki, hangi konuda ne hissedecekleri bile zenginlerin elindedir. Her gün ölen onca insana karşı hiçbir tepki göstermeyen insanlar, o güne kadar kim olduklarını bile bilmediği üç insan için üzülüyorlar ve suçu lanetliyorlar. Bunun tek sebebi ise Thomas Wayne’in öyle yapması.

        Ancak halkın içinden bazı kişiler, liderin değişmesi gerektiği fikrine kapılıyorlar. Belki de liderlerinden sıkılmıştı bu kişiler ve ölen üç adam her şeyi değiştiriyor.

        İlk başlarda sadece palyaço maskesi takarak tepkilerini gösteren bu kişiler, sayılarını ve güçlerini fark ettikçe şehri anarşiyi sürükleyecek eylemlerde bulunuyorlar. Bulaşıcı bir hastalık gibi giderecek daha hızlanan bu lider değiştirme süreci bütün Gotham’ı sarıyor. Thomas Wayne ise yıllardır manipüle ettiği bu insanlardan bir tanesi tarafından öldürülüyor.

        Palyaçolar, anında bütün haber kanallarında yayınlanan Arthur’u görünce, ilk kez liderleriyle karşılaşmış oluyorlar. Bütün anarşi hareketini başlatan o adam, Arthur Fleck, yarattığı şeyden ötürü son derece mutlu görünüyor. En son arabanın üstüne çıkıp ağzındaki kanlarla kendisine bir gülümseme yapıp müritlerini selamlıyor.

2019 yapımı Joker; gerek karakter gelişimini enfes bir şekilde işleyişiyle, gerek dudak uçuklatan oyunculuklarıyla, gerek gözlere şenlik sinematografisiyle ve daha sayamayacağım kadar çok olan bir çok harika özelliğiyle, tekrar tekrar izlense de sıkılmayacağınız bir filmdir. Yaptığı eleştirileri göze parmak olmadan, konunun içine yedirilmiş bir şekilde sunması ise onu birçok filmden ayırıyor.

Kötü bir karakter ile seyircinin bağ kurmasını sağlayan filmlerin her zaman başarılı olduğunu düşünürüm. Örneğin, Taxi Driver(1976), There Will Be Blood(2007), Clockwork Orange(1971) ve daha niceleri. Joker de tartışmasız bu listenin üst sıralarında olacaktır. Karakterin felsefesini anlamaya çalışıyor ve yaptığı şeylerin kendince haklı sebepleri olabileceğini düşünüyoruz. İşte bu sanattır.

Kısacası bu film atmosfer olarak her ne kadar boğucu olsa da, bu boğuculuktan zevk alacaksız ve zamanın nasıl geçtiğini anlamayacaksınız. Psikolojik dram filmleri seven herkesin izlemesi gerek ilk filmlerdendir Joker. Sağlıcakla kalın