Mr. Smith Goes to Washington (1939)

Yazar: Erel Destan 

 

04.08.2024

Beklenmedik bir anda ölen Senatör Sam Foley, senatoda bir boşluk
oluşturmuştur. Neredeyse tüm politikacıları elinde oynattığı söylenen James
Taylor, fırsattan istifade kendi adamını içeriye sokmak ister. Ancak komite bunu
şiddetle reddeder. Onun yerine şans eseri şekilde temiz kalpli ve saf bir korucu
olan Jefferson Smith yeni senatör olarak seçilir.

Jefferson Smith: Özgürlük, Bay Smith’in hayatındaki en önemli şeydir. Lincoln’e
müthiş bir bağlılık duyar ve sözlerini ezbere bilir. Elinde büyük bir güç olmasına
rağmen doğru yoldan sapmamaya gayret eder.
Saunders: Saunders, Jefferson’ın asistanlık görevini üstlenir. Onun ahlakına
derinden bir sevgi besler ve düşeceği zorlu durumlarda tüm gücüyle yardım eder.
Paine: Senatör Joseph Paine, Jefferson’ın babası ile sıkı bir dostluk yaşamıştır.
Bu nedenle oğlunu da ilk gördüğünde onunla arasını iyi tutar. Ancak senatoda
yaşanacak olan gerginlikler ikisini karşı karşıya getirecektir

Film bir komedi filmi olarak geçiyor ve bu tanım kesinlikle doğru. Ancak yanlış
anlaşılma olmasın, yapılan mizah ince düşünülmüş espriler veya absürt anlardan
kaynaklanmıyor. Dr. Strangelove(1964) filmini izleyip beğenenler eminim ki bu
filmin de mizah dozunu beğenmiştir. Her ikisinde de gerçek hayatta yaşandığını
gördüğümüz veya bildiğimiz olayları, büyük insanlar olarak gösterilen kişilerin
kendilerini soktuğu aşağılık durumları gözler önüne seriyor. Ekranda izlediğimiz
karakterler kurmaca olabilir ancak aynı karakterlerin ufak nüanslarla kendi
gerçekliğimizde de tanıdığımız insanlar olduğunu fark etmemiz zor değil. İşte
film güldürü unsurunu buradan alıyor: Gerçekten. Gerçekte yaşanan ve
trajikomik olarak nitelendireceğimiz durumları basitçe yüzümüze vuruyor.
Bir sahnede Bay Smith senatoda konuşma yaparken diğer senatörlerin
onunla ilgilenmediğini; kimisinin uyuduğunu, kimisinin gazeteye baktığını fark
eder. Bunun üzerine ise yüksek sesle ıslık çalar. Senatörlerin ilgisini çektikten
sonra da “Hiç, sadece yüzünüz var mı merak ettim.” der. Aramızda bu cümleyi
kurmak isteyen ne çok insan vardır değil mi?
Politika her zaman ilginçtir. Bu ilginçlik doğasında vardır. İş gereği
politikacılar dev insanlar olarak gösterilir. Senin benim gözümde de ama büyük
ama küçük bir algı oluşur. Bu algı oluştuktan sonra siyasetçilerin düştüğü
durumlar ise insanı şüphesiz güldürür. Olduğundan daha yüce zannettiğimiz bir
adamın aslında düşündüğümüzden çok daha basit biri olduğunu fark ettiğimiz
anlardır çünkü bunlar. Örneğin, attan düşen biri her şekilde komik gelebilir ancak
hangi attan düşen adama yıllar boyunca gülmeye devam ettiniz?

Jefferson bir ahlak timsalidir. Hatta bu yönüyle biraz eleştiriye tabi tutulmalıdır.
“Saf iyi ve saf kötünün mücadelesi” konusu belki de edebiyat, tiyatro, sinema
ayırt etmeksizin her daim en popüler ve en tutulan konulardan biri olmuştur.
Tüketici olarak iyi nitelendirdiğimiz karakterin yanında durarak onunla birlikte
savaştığımızı hissederiz. Ancak gelgelelim bu konsept bir nebze
dramatikleştirilmiş ve abartılmıştır.
İnsan gridir, en iyisi de en kötüsü de. Kendi motivasyonu, kendi idealleri vardır.
Jefferson Smith karakterinin bu kadar bembeyaz gösterilmesi ise beni filmin
gerçekliğinden koparan kısımlardan biri oldu. Neredeyse karikatürize bir
karakter. Ancak bunda dönemin etkisi de göz ardı edilemez. Özellikle 40’lardan,
hatta uçuk gelebilecek bile olsa “Citizen Kane’den önceki filmler” olarak
nitelendireceğim yapıtlarda bu sık görülür. Sahneler tiyatraldır. Hatta neredeyse
epiktir. Bay Smith de işte bu dönemin bir karakteri, saf iyiliğin timsali.
Smith özgürlük ve ahlak peşinde koşar. “Özgürlük, kitap sayfalarında
bırakılmayacak kadar değerlidir.” diyerek bu hususta aktif rol alacağını belirtir.
Özgürlük Bildirgesi veya Amerika adının dillerden düşmemesi bunun bir nevi
Amerikan propagandası olduğunu hissettirse de ana fikre odaklandığımız zaman
her insanın ütopik düzeninde hayalini kuracağı bir fikirdir filmimizde işlenen.
Yeri gelmişken biraz da saf kötülerden bahsedelim: Jim Taylor ve elinde
tuttuğu senatörleri elle tutulabilir kötüler olmaktan fazlasıyla uzaklar. Seyirciye
olayları açıklamak amaçlı konulmuş sahnelerde gerçeklikten tamamen kopuk
konuşmalar yaparlar. “Evet dostum umarım kimse şu tarihte şu yerde
çevirdiğimiz şu dolabı anlamaz.” minvalinde konuşmalardır bunlar. Ancak yine
de antagonist olarak tek bir bireyden ziyade bir oluşum seçilmesi başarılı bir
tercih. Bu sayede seyirci yalnız Taylor veya herhangi bir senatöre değil, direk
olarak yozlaşmış düzene karşı saf alıyor.
Son değinmek istediğim nokta Paine’in itirafı. Tüm karakterleri dramatize
bulan bu yazarın herhalde itiraf konusunu da hayli masalsı bulacağını düşünmüş
olabilirsiniz. Ancak durum öyle değil.
Jefferson, en sevdiği dostunun oğluydu. Kendisine karşı tanışmadan önce
bile sevgi ve saygı besliyordu. Yavaş yavaş şahsi emellerini elde etmesinin önüne
taş koymaya başlasa da ona düşman kesilemedi. Tüm senatoya karşı dik duruşunu
bir an bile bozmamasından etkilendi. Smith; saatlerce, belki günlerce sesini
duyurmak için ayakta durdu. Yaptığı tüm pislikleri sürekli yüzüne vurdu. Paine
akıllı bir adamdı. Diğer senatörlere göre daha duyguluydu. Kendi vicdanına
yenilerek itirafçı oldu. Bu hareketine tüm içtenliğimle hak verdim.

Gelelim siyasetin eskimeyen 2 taktiğine: Projeksiyon ve iftira.
Projeksiyon, kişinin kendinde bulunan kötü özellikleri başkalarına
atfetmesidir. Filmde gördüğümüz senatörlerin tutumu ise bundan ibaret. Sahte
kimlikler ile kendi ellerine geçirdikleri arazileri devlete satarak geçimlerini
sağlayan bu kişiler, foyaları ortaya çıkmaya başlayınca aynı suçu Jefferson’ın
üzerine atmıştır. O saatten sonra artık kimse Jefferson’ı dinlemez. Çamur
atılmıştır bir kere, izini çıkarmak imkansıza yakındır. Özellikle bahsettiğimiz gibi
bu çamuru atanlar yüceltilen karakterler ise.
Haksızlığa uğramak kişiye güç verir. Hakkında yapılan “Palyaço Senatör”
gibi karalama kampanyaları onu öfkeyle doldurur. Smith uğradığı baskıdan
dolayı her şeyi bırakmayı düşünse de içten içe hırslanıp birikmektedir. Kıvılcımı
yakan kişi ise Saunders’tır.
Filmin hem komedi hem de dram kısmının en net görülebildiği yer
şüphesiz Smith’in son savunma sekansıdır. Bu bölümü rahatlıkla “trajikomik”
olarak nitelendirebiliriz. Koca Amerikan hükümeti seferber olup basit bir
korucuyu bitirmek için ulusal operasyon başlatıyor. Smith’i burada ülkemizde
yaşayan bir gazeteci, bir aydın olarak düşünmeye başlıyorum. Dediğim gibi
olaylar Amerika üzerinden anlatılsa dahi hikaye evrensel. Hangi ülkenin
meclisine bakarsanız bakın muhtemelen birçok trajediyle karşılaşırsınız. İşin
komik kısmı ise 1939’a da baksanız 2024’e de baksanız yaşananlar hep aynı.

Yönetmen Frank Capra, belki kendi tarzını dönemdaşları kadar
oturtamamış bir yönetmendir. Örneğin Charlie Chaplin deyince hemen herkesin
kafasında bambaşka bir sinemacılık anlayışı oluşur. Veya daha az popüler olsa da
Michael Curtiz’in yarattığı kasvetli hava, Orson Welles’ın sinema camiasına
kattığı muazzam yenilikler… liste bu şekilde uzar. Frank Capra ise standartlara
bağlı kalarak ortaya bambaşka bakış açıları sunmayı başarabilen bir abimizdir.
Kamera tekniği olarak genellikle sabit veya az hareketli kamera
kullanılmış. Smith’in Susan ile konuştuğu sahnede kameranın oradan oraya gezen
şapkayı izlemesi gibi aykırı bir teknik izlenmeye çalışılsa da bu örnekler
çoğaltılmamış.
Siyasi kişiliklerin bulunduğu filmlerde çoğunlukla tercih edilen bir yöntem
vardır: Alt rütbeliler yukarıdan, yüksek rütbeliler aşağıdan bakılarak çekilir. Bu
sayede hiyerarşi farkı görsel olarak da işlenmiş olur. Alttan bakılan başkan yüce
ve heybetli görünür. Ancak filmimizde kamera aşağı yukarı her zaman göz veya
omuz hizasında. Buna rağmen Smith’in film başlarındaki güçsüz, sondaki hali ise
fazlasıyla kudretli ve bu durum kameraya fazlasıyla başarılı yansıtılmış.
Oyunculuk konusunda ise büyük pay elbette James Stewart’a gidiyor.
Stewart’ın bundan önce birkaç küçük filmi bulunsa da ilk parladığı yapımın bu
olduğunu söylesek yanılmış olmayız. Şehri gezerken yüzüne yansıyan hayret,
kanun tasarısını sunarkenki kararlılık, kendini savunduğu zaman her yerinden
fışkıran hırs… Duyguları seyirciye rahatlıkla geçirebilen bir oyuncu Stewart. Yine
Frank Capra’nın bir filmi olan It’s a Wonderful Life(1946)’daki bu duygu
aktarımı benim şahsi favorimdir.

Hızlı başlayıp hızlı biten bir film Mr. Smith Goes to Washington.
Diyalogların kalitesi ve her birinin amaca uygun hareket etmesi ile eski dönem
sinemanın kestirip atılmaması gerektiğini kanıtlıyor.
Sunumu sade, fakat içeriği fazlasıyla dolu bir yapım. Her sahne ile ilgili
aklınızda yorum yapmak için yeterli içerik kalacaktır. Amerika senatosunda
işlerin nasıl yürüdüğü hakkında da yüzeysel bir bilgi sahibi olacaksınız.
İşin özü, herkese hitap etmeyecek bir film olmasının yanında sevenin de
tutkuyla yaklaşacağını düşündüğüm zamansız bir eser. Benzer tarzlar görmekten
yorulan seyircilerin farklı bir tat arayışına çıkarken uğramaları gereken bir durak.
Bizden bu kadar, kestik.